Soru, ülkende, bölgende kıyamet kopar, kanlı bir cinnet
yaşanırken kendini nasıl konumlandıracağın.
İlk dürtü de “bir şeyler yapmak.” Yüreğin bütünün parçası
kalmaktan, yangına körükle değil, taşıyabileceğin kadar suyla gitmekten yana. Ama
neyle, nasıl? Bilemediğinde, “Ben demiştim zaten! Kimsin ki ne yapacaksın?!”
demeye getiren sıradan akıldan tarafa savrulmak işten değil. Hiçbir şey
olmuyormuş gibi kendi ufak dünyana çekilmek, abartılı bir günü gün edicilik ya
da daha incelmiş entelektüel, estetik zevkler, avuntu peşinde koşmak.
Ama gelip güdük bir öfkeli sızlanmaya dayanan kaygı
buhranının duyarlıkla karıştırıldığı, neredeyse erdem sayıldığı bir ortamda iyi
bir yanıt bulamadığın ilki nasıl hiçbir yere götürmüyor, var olan yılgınlığı
daha da derinleştirmekten başka işe yaramıyorsa, ikincisi de son derece
koparıcı, eksiltici.
*
Beş çocuğuna bakmak için kömür madeninde çalışmış, onlar
büyüdüğünde çekip gittiği Güney Afrika’da siyahlarla yaşamış, son yıllarda
belkemiğindeki sorunlar yüzünden defalarca ameliyat geçirip yeni yeni ayağa kalkan
beyaz Amerikalı bir arkadaşım var. Açmazdan ona söz ettiğimde, bütün bir ömrü
kafasının içinde değil, bedeninde geçirmiş bu kadının cevabı, sanatı ecdadından
öğrenmiş bir kırık-çıkıkçının ustalıklı tek hamlesi gibi şeyleri yerli yerine
oturtucu, ferahlatıcı geldi.
“Derin bir nefes al, çık dışarı. Bırak, ellerin
kirlensin. Yardımcı olabileceğin birilerini bul. İlişkilen. İlişkinin bir anlık
mı, daha mı uzun süreceğinin önemi yok. Aç kalbini. Ve en önemlisi, nefes
almayı hiç unutma!”
Evet. Neden ya hep ya hiç diye düşünmeli? Durumu olduğu
gibi değiştirme gücüm, değiştirebilecek ve benim de ait olacağım bir topluluk
yoksa insan kardeşlerime sırt çevirip
bildik dünyama kapanmalı?
Bir adım bir adım, uzatılan bir el bir el, bunca
karmaşaya, acıya getirilecek bir nefes bir nefestir.
Her şey değişmeyecekse hiçbir şey değiştirmeme kapanından
çık dışarı. Uzan. El uzat.
Denge oralarda bir yerde olmalı.