29 Ağustos 2015 Cumartesi

DENGE

Soru, ülkende, bölgende kıyamet kopar, kanlı bir cinnet yaşanırken kendini nasıl konumlandıracağın.

İlk dürtü de “bir şeyler yapmak.” Yüreğin bütünün parçası kalmaktan, yangına körükle değil, taşıyabileceğin kadar suyla gitmekten yana. Ama neyle, nasıl? Bilemediğinde, “Ben demiştim zaten! Kimsin ki ne yapacaksın?!” demeye getiren sıradan akıldan tarafa savrulmak işten değil. Hiçbir şey olmuyormuş gibi kendi ufak dünyana çekilmek, abartılı bir günü gün edicilik ya da daha incelmiş entelektüel, estetik zevkler, avuntu peşinde koşmak.

Ama gelip güdük bir öfkeli sızlanmaya dayanan kaygı buhranının duyarlıkla karıştırıldığı, neredeyse erdem sayıldığı bir ortamda iyi bir yanıt bulamadığın ilki nasıl hiçbir yere götürmüyor, var olan yılgınlığı daha da derinleştirmekten başka işe yaramıyorsa, ikincisi de son derece koparıcı, eksiltici.

*
Beş çocuğuna bakmak için kömür madeninde çalışmış, onlar büyüdüğünde çekip gittiği Güney Afrika’da siyahlarla yaşamış, son yıllarda belkemiğindeki sorunlar yüzünden defalarca ameliyat geçirip yeni yeni ayağa kalkan beyaz Amerikalı bir arkadaşım var. Açmazdan ona söz ettiğimde, bütün bir ömrü kafasının içinde değil, bedeninde geçirmiş bu kadının cevabı, sanatı ecdadından öğrenmiş bir kırık-çıkıkçının ustalıklı tek hamlesi gibi şeyleri yerli yerine oturtucu, ferahlatıcı geldi.

“Derin bir nefes al, çık dışarı. Bırak, ellerin kirlensin. Yardımcı olabileceğin birilerini bul. İlişkilen. İlişkinin bir anlık mı, daha mı uzun süreceğinin önemi yok. Aç kalbini. Ve en önemlisi, nefes almayı hiç unutma!”

Evet. Neden ya hep ya hiç diye düşünmeli? Durumu olduğu gibi değiştirme gücüm, değiştirebilecek ve benim de ait olacağım bir topluluk yoksa insan kardeşlerime sırt çevirip bildik dünyama kapanmalı?

Bir adım bir adım, uzatılan bir el bir el, bunca karmaşaya, acıya getirilecek bir nefes bir nefestir.

Her şey değişmeyecekse hiçbir şey değiştirmeme kapanından çık dışarı. Uzan. El uzat.


Denge oralarda bir yerde olmalı.

28 Ağustos 2015 Cuma

PALMİGRAFİ

Yüreğimin de zihnimin de çok ağır olduğu bir sıra kamerayı alıp palmiyelerin peşine düştüm. Rahatsızlığına iyi gelecek otu bilen ama nasılını elbette bilmeyen hayvanlar gibi, güdüm beni onlara götürdü.




Palmiye benim gibi gözüyle dokunan, işiten, kulağıyla gören biri için sunacaklarının sonu gelmeyen bir ağaç.

Bir kere olağanüstü grafik. Herhangi bir anı iyi bir tasarım atölyesinden çıkma görünüyor. Bu mevsimde yeşilini olduğu gibi koruyan yapraklarıyla renkleri dönenlerin bir aradalığı, monokrom-çok renkli kontrastını cömertçe sergiliyor.

Durağan olduğu kadar dinamik (ya rüzgarla ya da şu sıra çokça denediğim kamera hareketiyle kendi elimden çıkma bir devinimle) görüntüleri de yoğun bir ifade gücüne sahip.

Sonra sadece görünümünün uyandırdığı akustik-müzikal hisse değil, çıkardığı gerçek seslere de kulak veriyorum. Yapraklarının büyüklüğü, biçimi, dokusuyla palmiyenin eşsiz bir kendi sesi var. Sesleri.

Bunlar işin görsel-işitsel yanı. Palmiye bu kez odaklanma nesnesi işlevi de gördü ki sağaltıcı olan oydu. Lunaparktaki çılgın araçlara bindiğinde içinde uyanan dehşet hissini dikkatini tek bir noktaya vermek nasıl bir nebze dengelerse, öyle bir odak noktası oldu. Ha lunapark ha hayat, ülke. Zıvanadan çıkmış savruluş aynıydı: Dışarıda hiçbir şey bırakmadan palmiyelere ve onları nasıl ifade edeceğime kendimi vermek de kedinin kusturucu otu bulup çiğnemesiyle.

Kendimi daha iyi olmasa da daha sakin, yatışmış hissettim.

Ardından bu fotografları bir bir Facebook’a koymaya başladım. Günden güne sadece palmiye. Sıralamada bir çeşitlilik gözettim. Statik-dinamik, bütün-detay, yeşil-çok renkli, bulanık-net. Ama o kadar. Facebook gibi hızlı ve daldan dala girdi isteyen, bununla beslenen bir ortamda Bolero çalmaya benzedi. Biraz dikkatle bakılırsa oradaki çeşitliliğin, gelip geçiş hızı, üzerinde durulmayış ile aslında hemhal olunduğunda bu palmiyelerin barındırdığı yanında cılız kaldığı ortada. Sırf konu başlığının tek oluşu, altındakilere bakmaya ne kadar set çekecek, görmek istedim.

https://plus.google.com/photos/118198168542066911108/albums/6187949386286475729?banner=pwa

Almak isteyene de tek bir şeye odaklanmanın, orada derinleşmenin ruha ne kadar iyi geldiğinin esinini vermek.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

KAR

Orhan Pamuk’un Kar’ını duygusuyla serinlemek üzere en sıcağa bırakmıştım.

Sıcağı da soğuğu da silen etkisi bambaşka oldu.

Kars’a, kara, kapatılmış-yalıtılmışlığa gömüldükçe ışığım cılızlaştı. Yakın tarihin roman yorumunda dışarıdan bakmayı mümkün kılan sıkıştırılması, yoğunlaştırılması bana sarsıcı bir şey göstermekle kalmadı, bunun ülkenin denk geldiği bugününde nasıl alabildiğine geçerli olduğunu da hissettirdi. Yediği yumrukla ciğeri sönen biri gibi soluğumu kesti.

Bir nesnenin kübist yorumuyla resmedilişini andırarak kırılan, çarpıtılan, üst üste bindirilen olayları kaba, sığ bir anlatım olarak –yer yer can sıkıntıma hakim olma çabasıyla- okumaya başlamıştım ki darbe parodisiyle birden uyandım.

“Soğutucu,” izole edip mesafe koyucu, saflaştırıcı kar çemberi içinde, görünürdeki canhıraş olay-hareket, çatışma, geçişimin, sözüm ona dinamizmin ötesinde yatan durağanlık çarptı beni. Türk-Kürt milliyetçisinin, solcusu, Atatürkçüsü, radikal İslamcısı, darbecisi, oportünisti, militanının, durağanlığı bir adım öteye götürmeyen, onun değirmenine birlikte su taşıyan piyonlarından ibaret olduğu bir oyun gördüm. Kendini mühim, vazgeçilmez, doğru, haklı sayan ya da kronik bir kıyaslama sonucu aşağı buluşuyla ne yapacağını bilemeyen figürlere, çalkantılı bir denizde görünümün aldatıcılığına rağmen su moleküllerinin yer değiştirmemesi (hiçbir yere gitmemesi) çelişkisi açısından baktım.

Kar ve bir romancı olarak Orhan Pamuk üzerine söyleyebileceğim başka şeyler de var ama okuyuşuma damga vuran bu sarsıcı uyanış oldu.


Hâlâ da kendime gelebilmiş değilim.

23 Ağustos 2015 Pazar

YİTEN BİR KİMLİK

Divana bir bebek gibi oturtulmuştu. Tertemiz. Üzerinde en ufağından ama bedeninden kalana o bile büyük kaçan beyaz bir tişört. Başında yemeni.

Usulca sarılıp yanına oturdum.

Bütün bir ömür. Kıtlıklar, bolluk. Geniş bir ailenin hırgür ve sevinçleri. Mevcuda kattığı beş çocuk, derken torunlar, onların çocukları. Zincir uzadıkça başından, bazen de trajedilerle ortalarından eksilen halkalar.

Topluluğa, birlikte yaşama açılmış gözleri yuvalarına kaçmış.

Zayıf bir kalp, bedenin, ruhun binbir acısı, yarasının, hızla eksilen zihninin kasıp kavurduğu kaşık kadar kalmış yüzü, dimdik duruşu hâlâ ne kadar güzel. Soylu.

Son düşüşüyle çatlayan bacak kemiği için mutlak istirahat verileli artık evinde bakılıyor.

Durulmuş. Son görüşlerimdeki artan telaşı, çırpınışı artık yok. Hatırlamak – unutmak – yardımla yerine oturtulan parçaların (kim kimdi, neler oluyor) hemen ardından yeniden dağılması, dört bir yana saçılırken yüreğine verdiği telaş - yalnızlık korkusu – ölüm korkusu – kaybettiklerinin boşluğuna kendi içinde açılarak eklenen boşluk – boşluk – olan biteni artık hiç anlamlandıramama – kayış. Bütün bunların yerini sessiz bir tevekkül almış.

Bakım sırası kendinde olan, onun yememesinden yakınan, kendi çektiği güçlükleri sıralayan kızının sesi kulağımda uzaklaşırken, dokunmaktan, temas kurmaktan kaçılan, nasıl baş edileceği bilinmez, gönülsüz taşınan bir ağırlık, yük olmuş bu zarif kuşa bakışım derinleşti. Kahretmeden, gocunmadan, ezilmeden, başka türlüsünü aramadan ne yükler taşımış incecik iskeleti yanı başımda, biz ikimiz susuyorduk. Gözlerimi ayırmadığım gözleri doldu. Kelimeleri, artık belki anlamı da çözülüp giderken geriye kalan hisle, hislerle.



Onu belki son bir kez öpüp ayrılırken akşam güneşinin girdiği mutfağa başımı uzattım. Bir vakitlerin konağının ocağına. Kalabalık çoktan dağılmış, kendi hayatlarına ya da hayattan göçmüş; kavlayan rabıtaların dalgalandırdığı zeminde bir masa. Başında tek bir sandalye. Boş.

19 Ağustos 2015 Çarşamba

BU ZEHİRDEN BUYURUN

Anlaşmazlıklarda, çatışmalarda haklılık iddiası kadar körleştiren, yolu baştan kapayan ne var? Bu iddianın doğrudan gidip dokunulmazlık, tartışılmazlık zırhına bürünmesi değil mi kulakları, gözleri, yürek ve zihni diğerine kapayan? Haklılığın dayandığı gerçekte belirli bir bakış, kimi çok uzun bir geçmişe uzanan koşullanmalar, yani bir düşünce iken, bunu mutlak bir gerçek olarak almak değil mi karşı tarafın da aynını tam ters yönden tutturmasıyla korkunç bedeller ödeten?

Bir amaca yönelmek, durumu değiştirmeye, iyi bildiğine çevirmeye çalışırken bunu karşındakini kale alarak, uzlaşma arayarak yapmak bir şey, haklılığının sözüm ona kutsallığını arkana alıp diğerini ezmeyi, bastırmayı, yok etmeyi mubah görüp göstererek yapmak bambaşka şey.

Bu toz duman ve kan döneminde çok mu naif?

Fikirleri, inançları hayatın üzerinde görerek hiç de kaçınılmaz olmayan bunca acıya yol açmaktan daha mı aptalca?

Karşılıklı geçip kulakları, aklı, kalbi sımsıkı kapayarak avazlar çıktığı kadar “Ben haklıyım-sen haksız-yaptığıma müstahaksın!” diye haykırmaktan?

Hiçbir çıkış sunmayan bu döngüde debelenirken çoğunluk başkalarının kanını kendi fikirlerin uğruna dökmekten, dökülmesine seyirci kalmaktan?

Üzümünden geçtim, bağcısını dövmekten de; bağı nefretten başka şey bitmez hale getirmekten?

Evet diyorsanız, buyurun, bu zehirden içmeye devam edin.

Bu, insanların acımasızca manipüle edildiği bir güçler savaşı. Hedefi barış, uzlaşma değil, ezmek, bastırmak, ağır basmak. Ama biz sıradan insanların zihniyetiyle nasıl desteklendiğini, beslendiğini görmek zorundayız. Büründürüldüğü kılıkların, oltasına takılan yemlerin, gösterdiği öcülerin ötesini görmek.


Ve ilk adım nede birleşeceğimize karar vermek: Savaşta mı, barışta mı?

16 Ağustos 2015 Pazar

KÜÇÜK BİR TAMİRAT HİKAYESİ

Başlangıçta klimanın dışarıdaki tahliye hortumu vardı.

Maruz kaldığı onca güneşle iyice kavlamış, delinmiş, suyu olmadık yerlerden akıtıyordu. Şehre inerken, bir boru al da, dedi babam: 1 metre olsun. Bol tutup bir buçuk metrelik, güneş yüzü görmemiş bir hortumla döndüm.

Hemen girişti. Bu alemdeki 94 yılının zerrece gevşetmediği aculluğuyla çekmeceler çekildi, şakır şukur karıştırılıp çakılar, makas, kıvrım kıvrım tel çıkarıldı. Yukarı çıktı, indi, verandadan cart cart, yırtılan bez sesleri geldi. Tekrar çıktı. Aşağıda, deşilmiş öylece duran çekmecelerin yanında çalışmaya devam ettim. (Açtığı şeyleri aklına gelirse kapar babam: Kapılar, kapaklar, musluklar, pervane, ışıklar.. Tüm enerjisi, ilgisi başlamaya odaklanmış gibi. Noktalamaya bir şey kalmamış.)

Paçavra kırpıntıları, hortum parçaları arasından yukarı çıktığımda tahliye borusu boynunda bir yumruyla sarkıyordu. Parmaklarını hızara kaptırmış iki elden geri kalanla yapılmış, bağlanmış görünen biçimsiz bir sargı. O kadar kalındı ki, sızdırdığı su, hortumun ucunu daldırdığımız bidonun ağzından uzaklara akıyordu. Yerde, boru sadece delikken birikenden daha fazla su olmuştu.

Olmadı, dedi babam.

Öğleden sonra esintisini en iyi alan ara katta açıp kitabımı okumaya başladım –tamir atakları sırasında ayak altında olmamam gerektiğini bilecek kadar uzun süredir evladıyım.

Babam önümden geçerek inip çıkmaya devam etti.

Kitabın kavramsal sanat bölümünü bitirip kalktım. Borunun yanından geçerken bir an illüstrasyonlara bakmaya devam ettiğim duygusuna kapıldım. Sargı çözülmüş, hortum şimdi orta yerinde ufak bir alüminyum huniyle uzanmaktaydı.

Bir süre ve yeni su birikintilerinden sonra, “Eğip bükünce başka yerlerinden de yarıldı,” dedi. “Sorun şu ki, getirdiğin parçayı kesmiş bulundum.” Uzaklaşıp bir sandalyeye çöktüm.

O çökmedi. İniş çıkışına terası da eklerken ortalığı mis gibi bir şampuan kokusu sardı. Orada bulduğu ince, mavi hortumdan kestiği parçalar huninin yerini aldı. Saydamca beyaz hortum, ara ara içine (şampuan marifetiyle kayganlaştırılarak) sokulmuş mavi parçalarla türdeşini yutarken hazımsızlığa uğramış bir yılana benziyordu artık.

Doğrulmanın vakti. Dağ başına gelen tek klima servisini aradım. Bizim markaya bakmıyorlarmış.

Nefesim sıkışarak her işin adamı Ali ustayı denedim.





Babam, ben ve çeşitli yerlerinde fiyonklarla tahliye borusu, yanındaki paspas-kırmızı kova ile ustanın haftaya gelişini bekliyoruz şimdi.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

KARA KARE

Karanlık güçler klişe değil, canlı, can alıcı gerçek. Yarattıkları kaos orada bir yerde de değil. Nispeten güvende, fırtınanın gözünde olsan da çepeçevre. Konu sen değilsin zaten. O. Yuttuğu. Yuttukları. İyice körleşmiş ilkelliğiyle taraf olarak alınabilir olmaktan çıkması onu artık sadece savaşılacak ya da aşılacak bir şey haline getiriyor.

Varlığı kan dökmekle kalmıyor, zihinler de kıskacında. Depresyonla panik arasında gidip gidip gelmek.

Kapkara kareden uzun boylu uzaklaşmak zor. Aklını, fikrini, hissini güçlü anaforuna çekiyor.

Ama onun kadar kara bir geviş neye hizmet edecek?

Debelenmeyi bırak, diyorum kendime, derin bir soluk al ve yaşadığının adını koymakla başla. Yastasın. Ortak acı bu. Korkunç bir şekilde yanlış ve korkunç bir şekilde gerçek.

Işık azaldıkça irisi irileşen kedi gözü gibi karası büyüyor.


Işığı dışarıda artıramıyorsan içerde artırmaya yönel. Bir mum bir mumdur.

11 Ağustos 2015 Salı

REAKTÖR

Bir sabah bir uyanmışın ki yatarken başucuna bıraktığın şeylerin (yaşına göre telefonun, saatin, okuduğun kitap, yazmakta olduğun not, takma dişlerin vs / nirengilerin) sırası değişmiş. Konumu. Önemi. Birbirleriyle ilişkisi. Mevcuda yeni şeyler eklenirken bazıları da çıkmış. Ufak tefek değişiklikler belki. Oradan buradan. Belli belirsiz. Ama bütüne düşen ışığı farklılaştırmaya yetmiş. Taş gibi yerinde, hep öyle olacak sandığın algın şimdi değişik bir ışık altında. Üzerindeki ağırlığı da aynı değil. Kaymış ve sana belirli bir şekilde bildiklerine yeniden baktırıyor.

Neler görürdün? Görüyorsun?

İlki, hayata ve kendine ardından baktığın güçlü filtrelerden birinin ne menem bir şey olduğu. Üzerindeki yükün kalkması (işlevine ihtiyacın azalması) ile artık onunla değil, ona bakabiliyorsun. Bu da esaslı bir değişiklik. Düşüncelerinin, inançlarının tanrı kelamı statüsünden çıkması, zorlayıcılıklarını kaybetmesi demek. Kendini artık düşündüklerin, bakış açın ve hislerinle özdeş görmüyorsun. Dolayısıyla hayat da bunlarla bildiğinle sınırlı olmaktan kurtuluyor.

Filtre gözünde değil, şimdi kenarda. Eline alıp evirmeye ve çevirmeye koyuluyorsun. Ne kadar kalın! Bulanık da. Nice esintinin tozu birikmiş. Yavaş yavaş kirlenmesine alıştığın için temizlemenin aklına gelmediği matlaşmış bir gözlük gibi.

Tek delikli bir kalbur veya. Hayatı, çevreyi, insanları kafana, ihtiyaçlarına, yargılarına göre eleyen, yegane deliği duruma göre genişleyip daralsa da hep aynı biçimde işleyen bir kalbur.

Tepkiyle.

Sağa sola şap diye yapıştırdığın etiketlerin arkasında, buz gibi soğuktan fokur fokur kaynamaya uzanan geniş bir yelpazedeki tepkilerle. Küçümseme, azımsama, hor görme, yok bilme, can sıkıntısı, antipati, tedirgin olma, ürküntü, sinme, eziklik, kızgınlık, öfke, nefret.

Tanrım! Gün boyu haldır haldır çalışıp geceleri rüyalarına bile sızan berbat teknolojili tam bir reaktör.

*
Çalışmasıyla özdeşleşmen zayıfladığında kapısına kilit mi vuruluyor? Gelecekte nasıl olur bilemem ama hayır. Ama giderek pençesi ve çarpıtıcılığı gevşiyor. Gevşedikçe de tepki duysan bile onunla daha az harekete geçiyorsun. Kendine yönelik (bu reaktör hem içe hem dışa çalıştığına göre) hükmünü de kaybediyor.

Bir sabah uyandığında bir de bakıyorsun, reaktörün kumanda odasına zincirli değilsin artık.


Nefesin hafifliyor, derinleşiyor.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

PARDON NEYE BAKMIŞTINIZ?

Will Gompertz’in modern sanatın 150 yıllık yaşamını kucaklayan kitabını iştahla okuyorum. İşin mutfağından biri olarak malzemeyi ele alışında birinci sınıf bir şefin tensel dokunuşu var. Gayet yenek, popüler ama yakın da, içli dışlı. Sıcak ve taze. Kat kat ve çok renkli.

Modern sanat, sanatçılar, çağları ve kendi ruhlarında “dokunulan,” kanlı canlı varlıklar olarak sürükleyici bir geçit halinde günüme konuk oluyor.

Empresyonizmden hemen önceki filizlenişinden bugününe, modern sanat ile konu elbette bir yandan da insanın kendine, topluma, doğaya, çevreye bakışındaki değişimler. Ortaya çıkışlarıyla sahneyi yıkıp viran eyleyen empresyonistlerle birlikte kalıpların eğilip bükülmesi, zorlanması, sonunda fırlatılıp atılması, aynı zamanda insanın da algı kalıplarıyla yaptığının hikayesi.

Bugün bize hep böyleymiş gibi doğal gelen bakış açıları, yaklaşımlar, gerçekte sanatçıların büyük rol oynadığı kabuk kırılmalarının ürünü. Savaşlar, endüstri ve toplumsal devrimler kabuğu kitlesel olarak kırarken sanat bunu hep bireye, düşüncesine, iç alemine ve ilişkilenme biçimlerine doğru uzatıyor.

Gompertz’in navigatörlüğünde bu 150 yılın üzerinden geçerken kat edilen yolu, hızlandırılmış gökyüzü filmleri gibi izliyorum. Toplu umut-iyimserlik-endişe-karabulutlar-kabus-isyan-yeni arayışlar-kendine inanç-öfkeli bir inançsızlık. Sanatçının kendisine, insana biçtiği rol de devleşe ufalana, küfürle tutku arasında gide gele bu silsile içindeki yerini alıyor.

Kitapta beni heyecanlandıran birçok şeyden biri, tepkimiz ne olursa olsun, dünyaya bakışımızı etkilemiş, biçimlendirmiş sanatçıların yaşadığı adanmışlık. Tutku. Sıradana, önüne koyulana teslim olmama. Ona başka yollar olduğunu fısıldayan sese önce kulak, sonra vücut verme iradesi. İkon kırıcı niteliğiyle zorunlu olarak karşılaştığı olanca dirence (bir o kadar da bu kadar bile fark edilmemeye), iç çelişkilerine, bütün bir duyarlığına rağmen karşı koyup yoluna devam etme dürtüsü.




Az gidip uz giden, dere tepe düz giden sanat ve sanatçının peşine takılmak, onu içinde bilmek, uyandırılmaya teşne tutkuna dokunmaya bırakmak güzel.

*

What are you looking at? / Pardon neye bakmıştınız, Will Gompertz

9 Ağustos 2015 Pazar

ECRİMİSİL

Deftere adımı yazdırdım. Masadaki askıdan yuvarlak pleksiglasa basılı bir numara çektim. Görevliyle numaranın ait olduğu şemsiyeye yürüdük. O, şezlongların asma kilidini açar, zinciri şakır şukur çıkarırken tuh dedim, tam da yerini seçmişim. Yanı başımda çakıllara serdikleri yalın kat havlulara uzanmış asık yüzlü genç bir çift vardı. Onlara, diğer şezlonglara ihtiyacım yok, isterseniz buyurun alın dedim. “Biliyorum, tuhaf bir durum ama..” Şaşırdılar, yüzleri gevşemedi ama kibarca geri çevirdiler. Ayrımın baş ve ayak, iki ucunda böyle dip dibe olmak geriyordu. Ben defterimi açtım, onlar suya girdi.




Nereden çıktığı belirsiz bir ayrışmanın şaşkın, mahcup, öfkeli iki tarafındayız. Kişisel kaprisler? Çıkar çatışmaları? Kafka’yı mumla aratır bir hukuki bulanıklık? Muhtemelen sonuncunun açtığı kapıdan işin içine dalan diğerleriyle.

Dağın eteğinde bir yazlık site burası. Bir süre önce statüsü değişerek dağın öbür yanındaki beldeye bağlandı. Arada koca bir tepe, onun mahallesi sayıldı. Belediyelerin ilçelere bağlanmasıyla yönetim değişerek daha da uzaklaştı. Kıyıların kullanım bedelini (sesi müshil ilacı çağrıştıran ecrimisil) yıllardır ödeyen siteye hayır, dendi; buraları halkındır, açacaksınız. Peki, üstelik çok yüksek olan o kirayı neden ödüyorduk? Cevap yerine kafaların kaşınma sesi gelmiş olmalı. Ama bunun yanıtı verilemedi. Kararının önü arkasını ne kadar düşünmüyorsa iknaya da gerek duymayan “buyurdum-ola!” devlet geleneğimiz toz toprağı birbirine kata, garip durumlar yarata hükmünü icra etti.

En kıtı su olmak üzere kaynakların kullanımı nasıl olacak? Su siteye ancak yettiği-yetmediğine göre nüfusu birkaça katlayan dışarıdan gelenlere siz su getirecek misiniz? Yo, öyle bir çaba görünmüyor. (Buna karşılık, izlenmek üzere ayaklarına çip takılan yaban kazları misali, sensorlu turuncu duş bilezikleriyle dolaşmaya başladık. Müdüriyetten düzenli duyurularla da merhamete gelip duşları yabancılara kullandırmamamız önemle hatırlatılmakta.)

Yığılan çöpler?

Orada burada kontrolsüzce yakılan mangallarla artan orman yangını riski?

Ya parasını verdiğimiz şezlonglarla şemsiyeler? Mülteci kabulü sorusuyla yüz yüze gelen memleketlerin ikilemine bu mikro düzeyde düştük. Ben-sen, benim-senin değil refleksiyle, iş gerçeğe binince romantik cazibesiyle zorlayıcılığından kaybeden ya insanlık?! sorusu..

Belediyenin şezlonglarınızı su çizgisinden 5 m öteye çekin buyruğu yerine getirilmedi, belediye de fazla üstelememiş görünüyor zaten. (Bu arada, bir berraklık, tutarlık varmış izlenimi yaratan “5 metre!” gibi kesinlikler, Alice’in bir türlü uyanamadığı harikalar diyarının parlak nişanlarından.) Yerine, personel sayısı iyice artırılarak bu zincirli yöntem uygulanıyor. Adını deftere yazdırdıktan sonra.. Bir tür cezaevi ziyareti gibi. Asma kilitler, anahtarıyla önüne düşen görevliler, zincir şakırtıları. Ve ne olduğunu anlamadan (biz çok mu anlayabiliyoruz?) kendini sahip olarak senin ayakucunda bulan, kafası karışık, kızgın, dışarıdan gelenler.

Kızgınlığınız anlaşılır bir şekilde ilk gördüğünüze, turuncu bilekliğiyle ben ayrıcalıklı yaban kazına yönelebilir. Ama inanın bana, siz yerde, ben şezlongda olsak da aynı bulanık çorbada yüzüyoruz.


İki kere ikinin kazara dört ettiği diyarda.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

ERDOĞANLI NEFRET


Ahmet Hakan’ın yazı başlığını görüp hevesle tıkladım: “Tayyip Erdoğan nefreti’ne neden olan kişilerin temel özelliklerini açıklıyorum”.  Dilimin ucundaki düşünceyi, nefretin arkasındaki nefret edene bakışı bulacağımı ummuştum. Ama hayır, nefrete değil, onu meşrulaştıranlara bakıyordu. Hevesim kursağımda kaldı.

Beni bir zamandır ilgilendiren, sakızlaşan nefretin yöneldiği değil, kendisi. Nesnesi değil, öznesi. Doğasına, işlevlerine ve bedellerine bakıyorum.

Nefret, perspektif çarpıtıcı. İndirgeyici. Tek bir noktaya odaklanarak neden-sonuç ilişkilerine etraflı bakışa, hazırlayıcı koşulları sorgulamaya engel. Yüzleşmeye set çekerek önemli bir dönüşüm fırsatını harcıyor.

Nefret hapsedici. Teke indirgediği müsebbibi olağanüstü büyüterek karşısında çıkış görememeye, çaresizleşmeye, saplanıp kalmaya çanak tutuyor.

Nefret, nefret edilene bağımlı kılıcı. Onun bağlamına, yaklaşımına, adımlarına. Bunların ötesine geçememeye.

Nefret kendine kör. Çirkinliğine. Kısırlığına. Duyduğu boğuntuyu külliyen karşısındakinden bilecek kadar da mükemmel bir yansıtıcı.

Ama nefret olumsuz da olsa işlevsel. Muhalifleri birleştiriyor. Aralarında güçlü bir bağ kuruyor. Ortak bir dil, topluluk hissinin tutkalı (tut ve kal!) oluyor. Yalnızlığa, yalıtıma, kaygı ve korkuya iyileştirmeyen bir ilaç.

Dışavurumu, paylaşılmasıyla nefret, bir şeyler yapıldığı yanılsaması yaratıyor. Çok da edilgen, tepkisiz olunmadığı. Tutkulu, şiddetli duygular besliyorsam o kadar da paspas değilimdir değil mi? Dövdüğüm istediği kadar havanda su olsun.

Uç durumda nefret, bir kimlik bahşedici. Varlık nedeni ve yakıtı.

Nefret tabii mi? Elbette. Ama tepesi atıp karısını 22 yerinden bıçaklayan adamın cinneti de öyle. Evrimleşmiş prefrontal kortekse (güdüsel hareketin yerine muhasebeyi koyma yetisine) daha gelemeden ilkel beyin amigdalanın avucuna düşmek kadar “tabii” ne var? Ama bir şeyin doğal olması tek başına onu tercih edilir ya da doğru yapmıyor.


Nefretin beslene beslene şişirilmesi, kronikleşmesi, akla uydurulması, haklı kılınması insanın sonuçta dönüp dönüp kendini bıçaklamasından başka ne?

7 Ağustos 2015 Cuma

NASIL BİR DİKKAT?

Nasıl bir dikkat bu? Gücünü iradeden (bunun tanımı, bir düşüncenin, varlığın tüm diğer yanları üzerinde hakimiyetini ilan etmesiyse) almayan bir türü. İrade bu haliyle zorbaca. İç dinamikleri, ilişkileri hiç gözetmeden dışarıdan ve tepeden dayatılan “gerek”lere dayanıyor. Uyulmadığı, başkaldırıldığında suçlama-suçlanma şamarlarını indiriyor. Ve suçlama, utanma, hiçbir zaman olumlu, kalıcı bir değişime yol açmıyor. Açılabilecek bütün yolları, neden olduğu pasif agresif bir ayak direme, günü kurtarma ve suçlayan yandan saklanma dürtüsüyle baştan kapıyor.

İrade, insanın kendini zorba lideriyle bir tek parti yönetimine teslimi gibi. Bir süre ite dürte gitse de eninde sonunda kırılmalar, yabancılaşma ve isyan başlıyor.

Oysa işe yarar ve sürdürülebilir değişim tam tersi yönden geliyor. Dıştan (içselleştirilmiş dış bakıştan) içe değil, içten dışa bakışla. Onun için de ezberlerin, savunma-saldırının bir kenara çekilmesi ve insanın kendiyle belki hiç kurmadığı kadar yakın, dolaysız bir ilişki kurmasıyla. Burada eleştiri, hesap sorma, suçlama, kınama, yargılar yok. Bir can dostunun yanında oturmak gibi. Onu onda anlamaya çalışırım. Can kulağıyla dinler, aklımdan fikrimden önce varlığımı sunarım. İlgim, dikkatim kendiliğindendir.

İşte kendimle de öyle bir ilişki başladığında ortaya çıkan dikkat, kast ettiğim. Katıksız bir anlama isteğinden doğan ilgi, merak, gerçek bir içe bakış ve iletişimle sahne canlanmaya başlıyor. Anlayışsız bir tahakküm eğilimi (insanın dayatmacı iradeyle kendine iş yaptırmaya çalışması), gönüllü bir işbirliğinde eriyor. Peşinen kırbacını önce kendine, sonra herkese, her şeye indiren yargıç, sesler arasında bir ses haline geldikçe göze indirdiği perde kalkıyor. Böyle bir yakınlaşma, insanın iç aleminden dışa yayılıyor.


Beslendikçe, önü açıldıkça ivmelenen, kendiliğinden gelişen böyle bir dikkat, senden enerji istemek yerine sana enerji veriyor.

GENİŞLEYEN CASTING

Akustik panoramamın sağ tarafında, kayalıklara vuran sakin deniz sesleri dikkatimi çekti. Sonra kulağım sol uca, plajdaki insanlara kaydı. Bu mesafede ayrıntısızlaşan sesler peltesinden sivrilen BABAA çığlıklarına.

Türdeş seçiciliği. Bir görüntüde, sesler ve harekette dikkat insana çekiliyor. Sonunda insan, odağın merkezi olmakla kalmıyor, onu tek başına işgal ediyor. Etraflıca da değil. O an ne eyliyor, ne ses çıkarıyorsa o kadarıyla. Yontulmamış bir dikkate takılabilecek, gevişi getirile getirile en kanıksanmış tasavvurunun birbirini kendiliğinden izleyerek ipe dizilen korku, kaygı, umut, sevinç vb halkalarıyla.

Dikkat çalışılıp eğitildikçe algıyı sıkıca kuşatan duvarlar inceliyor, geçirgenleşiyor. Sahnenin insandan hariç yanları algıya katılıyor. Kıyamet koparken kuş seslerini işitebiliyorsun o vakit. Ormanlık tepelere, çatlak betona, paslı su depolarıyla kahve maşrapana düşen ışığın bin bir tonunu seçebiliyorsun.

Zaman algın da hareketleniyor. Nokta nokta olayların ardında süreçleri, tekrarlayan motifleri ayırt ediyorsun. An, kaprisli tepkilerinle sınırlanmış bir tutsaklık olmaktan çıkıyor, akıştaki yerine dönüyor.


Sen ona savaş açmadan, asılıp sürüklenmeden, altında ezilmeden geliyor ve geçiyor.

4 Ağustos 2015 Salı

HACIYATMAZ

Çocukluktan çıkar ayak içimi en çok gıcıklayan oyuncaklardan biriydi. Şöyle bir kumaş gövde ve karton kafadaki kurşun ağırlığıyla eğimlerden bırakıp tepe üstü taklalar atışını gülerek seyrettiğimi hatırlıyorum.

*
Farkındalık meditasyonunda durmadan vurgulanan, asıl “sığınağımızın,” yuvanın yaşadığımız an olduğu. Şu (hiç de boş bir kumaş kılıftan ibaret olmayan) bedene, fiziksel gerçekliğe dönüşte bulacaklarımız. Ağırlık merkezini kafalarımızı kartonlaştıran kurşun düşüncelerden saf, açık bir farkındalığa çevirmek ve hayatı bir de böyle yaşamaya bir şans vermek.

Kafası etrafında taklalar atan hacıyı bir oturup sakinleştirmek ve endişeli, oradan oraya sıçrayan, atacak çamur arayan çenesi kapandığında her nasıl olursa olsun şimdi-burada yaşamanın doyumuna varmak.

*
İki koyu birleştiren toprak yolda tüm dikkatimi tabanlarıma vererek yürüdüm. Kuru, çatlak toprağın kendine özgü cevabı. İrili ufaklı taşlara basan, diken öbeklerinin etrafından dolanan, araziye hayranlık verici bir akıcılıkla uyum sağlayan ayaklar, bilekler. Sesler sonra, kokular. Dönüp içimden geçen hislere baktım. Kaynakları ve nesnelerine değil, dokularına. Yoğunluklarına, ışık geçirgenlikleri ve tonlarına (sevecen, ilgili, kayıtsız). Belli belirsiz esintinin terli bedenimi yalayışını izledim. Düşünceler belirdiğinde (huylu huyundan geçmez) iteceğime ya da peşlerinden sürüklenip kaybolacağıma dikkatimi usulca an’a geri getirdim.

Farkındalık için dediklerinin isabetini bir kez daha içten dışa, kendimde bildim.

*

Hacıyatmaz son çocuk oyuncaklarımdan biriydi. Yerini yetişkin oyunlarına bıraktı. Kafaya kurşun gibi ağır bir rol veren, oyun olduğu seçilemeden oynanan oyunlara.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

ÖZKAYMAK PASTANESİNDE

Otobüs terminalinin karşısındaki Özkaymak pastanesinde oturuyorum. Buranın tatlıları iyi. Yanına bir de orta kahve. Yandaki masada 6-7 kişilik bir grup. Bir kısmı şalvarlı erkeklerle iki kadın. Ailevi ve ciddi görünen bir meselenin halli için nerede nasıl bir araya geleceklerini konuşuyorlar. Erkeklerin huzursuz kararsızlıkları suskunluklarından okunuyor. Durumu toparlayan, yol ve seçeneklerini sunan, kadınlardan daha yaşlı olanı. İşten izin alabilirse orada olacağını, olmazsa diğerlerinin onun evinde toplanmasını söylüyor. Taşra özeniyle giyinmiş; züppe şehirlinin dudak bükeceği şeylerden derlenmiş bir kıyafet, pabuçlar, çanta. Güçlü bir tip. Doğal bir kriz çözücü. Kendi akıllarına daha iyisi gelmeyen erkekler, fazlalıksız yatıştırıcılığını, becerikli gerçekçiliğini ve önerdiklerini uysalca kabul ediyor. “O gün” yeniden görüşmek üzere ayrılıyorlar.

Gözüm yolun karşısına kayıyor. Derme çatma bir apartman, üstüne alakasız görünümlü bir kat çıkılmış. Önünde yüksek bir palmiye. Yanında yeni bir bina, üst tarafı natamam, alt balkonlarda rengarenk çamaşır. Göz alabildiğine cephelerde kenarı köşesinden paslanmış, solmuş, her telden irili ufaklı levha.. Herhangi bir yerde görülenden hiçbir farkı olmayan sıradan bir çerçeve.

Ama şimdi, tatlı, kahve, sıcak ve yan masada tanık olduğum şeyle yüreğim ısınmış, açılmış, farklı bakıyorum. Gördüğüm genelde olduğu gibi “çirkin,” hissettiğim de ona tepki (itme ya da ıslah hayalleri) değil. Neyse ondalığında bakıyor, kesip biçmeden olduğu gibi alıyorum.

Geri kalanı, arkasından geleni bambaşka bir yere taşıyan bir kabul bu. Kafama ne kadar uygun olduğuyla tartılan, sonuca göre yaklaştığım ya da uzaklaştığım bir varoluş parçası değil. Olanı kendisinde anlamaya gönüllü, ben de ben demeyen bir dokunuş.

Böyle bir kabul eleştirel bakışa engel mi? Neden olsun? Engel ya da tamamlayıcı oluşu, daha başka nasıl olabilir sorusunu hangi aşamada ne şekilde ortaya koyacağıma bağlı. Konuk olduğum birinin evinde kafama uygunluğuna bakmak yerine mekanına (düşüncesine, hissine, ruhuna) saygıyla uzanırsam, daha iyisini, doğrusunu, güzelini senden iyi biliyorum kibrinden uzakta bulacaklarım bir test sınavının çözüm anahtarından çok daha hakiki olmaz mı?

Önce karşındakini ve kendisinde görmeyi öğren.

Seçeneklerini üstünlük varsayımıyla değil, farklı ışıklar düşürmek üzere daha sonra sunabilirsin.

*

Jonathan Odell’in müthiş romanı The Healing’de şifacı Polly Shine, on iki yaşındaki çömezi siyah kıza, kulak verirsen sana her şey anlatır, söyler, diyor, kökler, yapraklar, hastalıklar, acı.. Yüreğinden bak, baktığını şuracığa, kalbinin yanına koy ve sıcağında tereyağı gibi erit onu.

1 Ağustos 2015 Cumartesi

KENDİME NOTLAR: PİŞMEYE BIRAK

Olumsuz, hesapçı, yargılayıcı ilk tepkinde kalma. Bırak gelişsin, açılsın. Yeniden, daha sakin, açık, sevecen bak. Tecavüz sonucu hamile kalınmış bir çocuğa benzer ilk keskin tepkiyi neden benimser, sonrakileri de buna bina edersin ki zaten? Mecbur musun? Ona körü körüne bağlı kalmak yerine bir kenara koyup duruma sıfırdan bak. Böyle hissetmek/davranmak çok mu işe yaradı? Karşımdakine, bana, ilişkimize ne getirdi, ne götürdü? İçini aydınlatan bir şey yapsa nasıl bakardın, diğerine öyle bak. Attığın adımları kendi içine kapalı edimler, kapanmış dosyalar olarak görmemek, yeniden değerlendirmek, yol açtıkları duyguları, hükümleri, düşünceleri ıslah ederek gelişmeye bırakmak iyi. Çünkü aslında olup bitmiyor, kendilerinden ibaret kalmayıp benzerlerinin eklenmesiyle uzayıp giden zincirler oluşturuyorlar. Halka halka büyüyen tenyalar gibi, içerleme, kızgınlık, hakir görme, suçlama vs zincirleri. Akıntıya kapılmadan dön ve içini oyan kendi tepkine bak. İnsan sıkıntıyı otomatik olarak dışından biliyor. Ama kendi elinle ettiğinin çok belirgin bir acısı var. Sadece dıştan gelenin hiçbir zaman ulaşamayacağı bir oyuntu. İşte onu duyduğunda tenyanın başını kenetlendiği yerden koparma vakti.