Hani bazen öğretmenlerin verdiği, filanca köyde kurulacak kütüphane için bağış ilanları olur ya, dedi amcam. “Çoğu insan elinden çıkarmak istediği kitapları yollar. Oysa bağış, canına dokunanı vermektir, senin için değerli olanı.” O hep öyle yapmış, en sevdiği kitapları yollamış, vermiş, dağıtmış. Öylece de yeniden okumak, sayfalarında dolanmak istediği kitapları çok aradığı olmuş, bazen yenisini almış bazen de hafızasında kalanla yetinmiş, artık elinin altında olmayanı içinde büyütmüş. Bunlardan biri de Yevtuşenko’nun Yaban Yemişleri imiş.
“Kaç
zamandır aklımdaydı. Ah, olsa da bir kez daha okusam deyip
duruyordum.” Derken yazlık sitelerinin ıskartaya çıkmış kitaplardan oluşma
kitaplığında karşılaşınca dünyalar onun olmuş.
“Çevirmenini
de (Mehmet Özgül) yedek subaylığım zamanından tanıyorum, kendi halinde, utangaç
bir çocuktu. Dil Tarih’te aynı zamanlarda okumuşuz, o Rus dili ve
edebiyatından. Çok güçlü bir bölümdü o zamanlar, sınıflarda bir avuç öğrenci,
müthiş öğretmenler; iyi çevirmenler çıktı. Aslından ve harika çevirmiş!”
Kitabın
cildi dağılmış, sayfaları sapsarı, mürekkebi solmuş. “Bir de şu puntolar!
Tamam, anlıyorum, maliyet sorunu ama yaşlıları hiç düşünmüyorlar, okurken öyle
zorlanıyorum ki..” Gerçekten de sıcağa karşı bambu perdelerin indirildiği
odanın loşluğunda kendini zorlamaktan gözlerinin altında siyah halkalar belirmişti.
Ama olsun!
“Kendimi
alamıyorum. Öyle bir içine çekiyor. Sibirya’yı bir anlatışı var, insanın her
şeyi bırakıp yolunu tutası geliyor!”
Yevtuşenko’yu
bilmiyordum, varlığından amcamla haberim oldu.
“Aslında
şairdir. Babi yar şiiri bir zamanlar dilden dile dolaşırdı.”
İnternet’te
bulup açtım, verdim. Yazanı kendisiymiş gibi Ülkü Tamer çevirisini içinden
taşarak okudu.
“Ülkü
Tamer’i şair olarak pek tutmam ama bunu iyi yapmış.”
*
Bizim, oyuncak şımarığı
çocuklar tüketiciliğindeki şıpsevdi dikkatimize karşılık amcam okuduğunu lif lif, hücre hücre, dokusuna inip duyusal bir fotosentezle özüne
katarak okuyor. Şu cümlenin kıvraklığına bak diye nakşolan birini uzatıyor.
İlk okuyuşta anlamadığını bırakıp geçmiyor. Şuna bir de sen baksana, diye, sulara kapılmış bir değirmenin, içinden çıkabilmek için işin mekaniğini
bilmeyi gerektiren tasvirini gösterdi. Dişliler, halatlar, çarklara dolanıp
tez elden pes ettim.
Uzun
zamandır eskisi gibi okuyamadığını, yorulduğunu söylüyordu ama elinde bir lütuf
gibi tuttuğu perişan ciltli Yaban Yemişleri ve ondan önce Macar yazar Mor Jokai’nin
internetten ısmarlamamı (büyük bir işmiş gibi) rica ettiği Altın Adam’ı ile bir kez daha aşka gelmiş, kısa
sürede yüzlerce sayfa okumuş.
Bundan
da mıydı, birikmiş yorgunluktan mı, halsizdi bu sefer. İki günde bir verilen
bahçe suyundan çiçeklere, çimen yerine suladığı yeşil otlara, sadece kendi
bahçelerinde değil, komşularınkilere de olabildiğince verebilmek için
borulardan ses gelir gelmez seğirttiği bahçenin gözünde büyüdüğünü gördüm. “Belki
sadece şu köşedeki çiçeklere tutarım.”
Ölümle hep
olduğu gibi dalga geçiyor. Ama yaşamak ağırlaşıp heyecanlar bir bir çekildikçe
ölüm fikrinin hissi acaba neye dönüşüyor? Korku sanki değil, pazarlık da öyle.
Aşina ama asıl şimdi tanışılacak bir şey mi?
“Bodrum’a
her minibüsle inişimde Halikarnas Balıkçısı’nı hatırlarım; iki jandarma
arasında Güvercinlik’ten yolu izi olmayan sürgün yerine bütün bir gün sürmüş yürüyüşünü.”
Halikarnas
Balıkçısı aklına sık geliyor.
“Hastalanmış,
hastaneye kaldırmışlar. 80’ini geçmiş, ah ben ölecek adam mıyım diyormuş!” deyip
gülüyor. “Tabii. Üretmeye devam ediyor. Bense 93 yaşındayım! 93!” Söylemediği
bir üstelik üretmeyen ile başı önüne düşüyor iç geçirirken.
Ona
üretilmişin, yaratılmışın kıymetini bilmenin biricikliğini bir ayna olup göstermenin
yolunu bulamamak yine kursağımda kalmış, damağımda tatlı-buruk bir tatla ayrıldım
yanından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder