26 Nisan 2018 Perşembe

ÇOK KEÇİLİ, ÇOK FRENLİ BİR GÜN


İki kere Silifke’ye gittim geldim, fren artık yeterince çalışıp alışmıştır diye yeniden teknik muayeneye girmek üzere sanayiye doğru yola koyuldum. Tepedeki düzlükte keçiler yerine tek başına bir çoban köpeği vardı. Arabanın peşinden koşmadı bile. Sürü orada değil demek deyip inişe geçtim. Arada Akdeniz mavisi Yeşilovacık koyu, karşı yamaçlarda bir yamalı örtü misali meyve bahçeleri ile haftadan haftaya renk, ton değiştiren ekin tarlaları uzanıyor. Tepeden aşağı iniş şu bir iki ay boyunca bambaşka bir görsel şölen.



Son virajları da dönmüştüm ki karşımda büyük bir keçi sürüsü belirdi. Toz toprağı ayağa kaldırarak ilerliyordu. İyice yavaşladım. Siyah uzun, parlak kılların üzerinde dalgalanan boynuzlar, güneş vuran bir toz bulutu ile sarmalanmış, sesleriyle çıngırakları, sürüyü kan ter içinde yolda tutmaya çalışan iki delikanlının bağırışlarına, ellerindeki çakıl dolu plastik şişeleri sallayarak çıkardıkları gürültüye karışarak köy yolunda akıyordu. Büyülenmiş, sürünün dibine kadar yanaştım.

Oğlaklar (güdülmesi en zor olanlar) sağa sola atılıyor, sürüden ayrılıp ya yamaca ya köye doğru hamle ediyordu.

Sürünün başında parlak kızıl pullarla süslü uzun elbisesi içinde genç bir Yörük kadın, atının yanında dimdik durmuş, bu ucu idare ediyordu.

Bu arada müzik değişti, Haendel’in Mesih’i olanca görkemiyle önümdeki hareketle birlikte yükseldi.



Rastlantıların eseri ne müthiş bir prodüksiyon!

Neden sonra keşke kamerayı unutmasaydım diye hayıflandım. Belki hiç yoktan iyidir diye yarım akıllı telefonumu çıkarıp onunla çektim (ufak makinenin zaten sırt çantasında olduğunu sonradan gördüğümde üzüldüm). Ama keyfe keder. Asıl izlenim içime an be an nakşoluyordu.

Bu sırada çobanlardan birinden azar işittim. “Savaşa mı gidiyorsun arkadaş! Sıkıştırma sürüyü de dağılmasınlar!” diye bağırdı. Hiç öyle bir niyetim yoktu oysa. Sadece fena halde çekimlerine kapılmıştım. Arayı açınca haksızlık ettiğini düşünmüş olacak, biraz ilerideki yan yolu işaret etti, “Onu izle abla, seni dosdoğru aşağı yola çıkarır.”



Frenler bir yarım saate yakın iyice çalışmış, sürüden ayrıldım, sanayiye vardım.

Ölçüm aleti ve iyice ahbap olduğum fren ustası arasında birkaç sefer yaptım. Göz kararı yapılan ayarlar bir türlü tutmuyor, bir taraf hep zayıf kalıyordu. Baktı olmuyor, güçlü tarafı da zayıflattı. O da işe yaramayınca yeni değişen parçaların contalarını çıkardı. Ölçüm aleti bu hileyi beklermiş gibi nihayet iki taraf arasındaki farkı sıfır gösterdi. Koşup muayeneye girdim ve geçtim.

Dönüp contaları geri taktırdım. (“Bunlar olmadan fren çok sıkı çalışır, özellikle yağmurlu havalarda arabanın savrulmasına sebep olur.”) Frenleri "yok canım!" tehlike filan arz etmediğini söyledikleri eski haline getirttim. 

Teknik muayene istasyonunun ölçütleri, teknolojiyi el yordamı, göz kararı, kurnazlık ile zorlayan geleneksel ustalıkla nasıl karşılanacak derken, parçası oluverdiğim böyle bir kandırmacayla iş bitti.

İşte böyle oluyor. Zorlanan, kanırtıla kanırtıla olmadık yuvalara oturtulan cıvatalar misali sen de düzensizliğin düzenindeki yerini alıyorsun. Kolayına geldiğinden. Etrafından dolaşarak, aldatarak, rüşvetini vererek, torpilini bularak vb deldiğin düzenin doğruluğuna, adilliğine ama asıl, bir şeylerin değiştirilebilirliğine inanmadığından. Nedeni artık her ne ise, olan ile olması gereken arasındaki uçurumun derinleşmesine hizmet ettiğin her seferinde de kolayı zor, zoru kolay yapan şu düzensizliğin düzenine su taşıyorsun.



Gel de çobanları çileden çıkaran sabahki oğlakları hatırlama!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder