10 Nisan 2018 Salı

MAX STIRNER VE HALAMIN BIYIKLARI


Kendimi çıkış noktası yapmam ile Kendimi erek noktası yapmam arasında devasa bir fark vardır. 

Max Stirner’i okurken..
___________________

“Tanrı’yı yargıçları olarak ve Tanrı’nın sözlerini de yaşamlarının rehberi olarak gören dindarlardan, sadece anımsatmak için söz edip geçeceğim, çünkü onlar artık geride kalan bir döneme aittirler ve taşlaşmışçasına yerlerinde sabit kalacaklardır. Bizim zamanımızda artık dindarların değil liberallerin sözü geçmektedir ve dindarlık, yüzünün solgun rengini liberalliğin allığı ile örtmeye çalışmaktadır. Oysa liberaller Tanrı’yı kendi yargıçları olarak görüp saymadıkları gibi yaşamları konusunda da Tanrı’nın sözlerini kendilerine rehber edinmezler, insanın yolundan giderler: ‘tanrısal’ olmak istemezler, ‘insansal’ olmak isterler.

Liberale göre en yüce varlık insandır, insan onun yaşamının yargıcıdır, insancıllık da onun rehberi ya da kateşizmidir. Tanrı tindir ama insan ‘en yetkin tindir,’ uzun süre kovalanan hayaletin ya da ‘tanrısallığın derinliklerine uzanan araştırmanın’ nihai sonucudur.

Senin her zerren insansal olmalıdır, tepeden tırnağa kadar, için ve dışın: çünkü insanlık senin mesleğindir.

Meslek-Belirlenim- Görev!-

(…)

Büyük kitlenin, dindarlaşmaya itilmesi yetmezmiş gibi, şimdi de ‘insansal olan her şey’ ile ilgilenmesi isteniyor. Terbiye (hayvan terbiyesi, dresaj) giderek daha genel ve daha geniş kapsamlı bir hal almaktadır.

Siz zavallı yaratıklar kendi gönlünüzce atlayıp zıplayarak çok mutlu yaşayabilecekken, bilgiçlik taslayanların ve ayı terbiyecilerinin çaldığı düdüğe göre dans ederek hünerlerinizi göstermek zorundasınız, oysa Sizi bıraksalardı kendinizi asla böyle şeyler için kullanmazdınız. Sizi olmak istediğinizden farklı olmaya zorlamalarına yine de karşı koymuyorsunuz. Hayır, Size sordurulan soruyu Siz kendi kendinize mekanik olarak ağzınızda geveleyip duruyorsunuz: ‘Ben bu dünyaya ne amaçla geldim? Bana emredilen nedir?’

(…)

İnsan hiçbir şeyle ‘görevlendirilmediği’ gibi bir ‘ödevi’ ve bir ‘belirlenimi’ de yoktur, tıpkı bir bitkinin ya da bir hayvanın da bir ‘mesleği’ olmadığı gibi. Bir çiçek, açmak için hiçbir buyruğa gerek duymaz, bütün gücünü bu dünyadan olabildiğince haz almak ve onu tüketmek için harcar, demek ki gücü yettiği kadar toprağın özsularını, gökyüzü tabakasının havasını, güneşin ışığını olabildiğince emmeye ve bünyesinde barındırmaya çalışır. Kuşlar herhangi bir mesleğin icaplarına göre yaşamazlar, ancak güçlerini olabildiğince kullanırlar: böcekleri yakalar ve içlerinden geldiği gibi öterler. (…) Bir mesleği yoktur insanın, ancak güçleri vardır ve bu güçler oldukları her yerde kendilerini ifade ederler, çünkü onların varlığı sadece kendilerini ifade etmekte mevcuttur, tıpkı yaşam bir an ‘duruverdiğinde’ artık yaşam olamayacağı gibi o güçler de hareket etmeden duramazlar. Pekala insana denilebilir ki: ‘Gücünü kullan!’ Ne var ki bu emir insanın kendi gücünü kullanması gerektiğine dair bir görevi de hatırlatır. Oysa öyle değildir. Her birey gerçekten de kendi gücünü kullanırken bunu mesleği olarak görmez; her birey sahip olduğu kadar güç kullanır. Yenilgiye uğrayan biri için gücünü daha çok kullansaydı denir, ancak şu unutulur: eğer yenildiği anda gücünü toplayacak takati (örneğin bedensel gücü) olsaydı, şüphesiz bunu yapardı. Eğer bu yenilgi sadece bir dakikalık bir cesaretsizlikten kaynaklandıysa, işte bu, bir dakikalık güçsüzlüktü. Güç elbette artırılabilir, daha etkin bir hale getirilebilir (…) ama yokluğunun hissedildiği yerde, gücün olmadığı da kesindir.

İşte, güçler kendiliğinden çalıştıklarını kanıtladıkları için onları kullanmaya dair emirler lüzumsuz ve anlamsızdır. Gücünü kullanmak insanın mesleği ve görevi değildir, bu onun her zaman için gerçek ve mevcut olan edimidir. Güç sadece gücün gösterilmesini ifade eden daha basit bir sözcüktür.

Şu gül nasıl baştan hakiki bir gül ise, şu bülbül nasıl her zaman için hakiki bir bülbül ise, işte Benim de bir ‘hakiki insan’ olmam için mesleğimi yerine getirmem ve belirlenimlerime göre yaşamam gerekmez, Ben baştan ‘hakiki insanım.’ Daha bebekken ağzımdan çıkardığım sesler ‘hakiki insanın’ yaşam belirtisidir; yaşam mücadelem, ‘hakiki insanın’ ilk güç taşkınlığıdır; son nefesim ‘insan’ gücünün tükenişinin son belirtisidir.

Hakiki insan özlemin gelecekteki nesnesi değildir, bilakis şimdiki zamanda gerçektir ve varolandır. Ben kim ve her ne isem –mutlu ya da mutsuz, bir çocuk ya da bir ihtiyar, güven ya da şüphe duyan, uykuda ya da uyanık- Benim, Ben hakiki insanım.

(…)

Özetle, Kendimi çıkış noktası yapmam ile Kendimi erek noktası yapmam arasında devasa bir fark vardır. İkinci durumda Kendime sahip değilim ve böylece de Kendime yabancıyım. Bana yabancı ‘hakiki öz,’ bir hayalet olarak bin bir surete bürünerek Benimle alay edecektir. Ben henüz Ben olmadığım için bir başka Ben (örneğin Tanrı, hakiki insan, hakiki dindar, ussal ve özgür insan vb.) benim Ben’imdir. (…) Böylece insan kendini yakalamaktan yola çıkarak, tini (özünü) yakalamak için hırsla peşine düşer ve kendini avlamaya çalışırken kendini kaybeder.

Ve insan asla ulaşamayacağı kendini fırtına misali kovalarken, ussal davranıp insanları oldukları gibi kabul edeceğine, onları olmaları gerektiği gibi kabul eder ve bu nedenle de her bireyi, olması gerektiği Ben’inin peşinden koşması için kışkırtır ve ‘herkesin eşit hakları, eşit saygınlığı olmasını, eşit düzeyde ahlak ve us sahibi olmasını hedefler.’ (…) İnsanların ne olmaları gerekiyordu ki? Elbette olabileceklerinden fazlası olamazlar.

(…)

‘Olanaklı sözcüğüne onur atfetmeye ne hacet? Eğer arkasında binlerce yılın o vahim yanılgısı gizlenmiş olmasaydı ve eğer bu küçük ‘olanaklı’ sözcüğünün taşıdığı kavramda ecinnili tüm insanları hayaletleri dolaşmasaydı, onu burada ele almayı pek umursamazdık.

Düşünce, yukarıda açıklandığı gibi ecinnilerin dünyasına hükmetmektir. Olanak, düşünülebilirlikten başka bir şey değildir ve bu korkunç kuruntuya ezelden beri pek çok kurban verilmiştir. İnsanların ussal olabilecekleri düşünülebileceği gibi, İsa’yı kabul edecekleri, iyilik için yanıp tutuşacakları ve ahlaklı olacakları, hepsinin kilisenin kucağına sığınacakları, devlet hakkında tehlikeli şeyler düşünmeyecekleri, konuşmayacakları ve yapmayacakları, yani itaatkar vatandaş olabilecekleri de düşünülebilirdi pekala: ve düşünülebilir olduğu için de –sonuç odur ki- olanaklıydı ve dahası, insanlar için olanaklı olduğu için (işte yanılgı burada: Benim açımdan düşünülebilir olduğu için insanlar için de olanaklıydı) onların da öyle olmaları gerekliydi, meslekleri buydu; ve nihayet –insanlar sadece bu mesleğe göre, mesleğe atananlar olarak kabul edileceklerdir, yani ‘oldukları gibi değil, olmaları gerektiği gibi.’

O halde varılan diğer sonuç nedir? Tek, insan değildir; insan bir düşünce, bir idealdir. Tek’in insanla ilişkisi çocuğun erginle ilişkisi gibi bile değildir, bir tebeşir noktasının, üzerinde düşünülen bir noktayla ilişkisi gibidir ya da sonlu bir yaratılanın sonsuz yaratıcıyla ya da yeni bir bakış açısına göre, insan cinsinden birinin bu cinsle ilişkisi gibi. Burada ‘sonsuz ve ölümsüz’ olan ‘insanlığın’ yüceltilmesi ortaya çıkmaktadır: onun onuru uğruna Tek, ‘insanlık tini’ adına bir şey yapmış olmak için kendini ona teslim etmeli ve bu yolla ‘ölümsüz şöhretini’ bulmalıdır.”
__________
Biricik ve Mülkiyeti, Max Stirner, 1844
Norgunk Yayıncılık, 2017
Almancadan çeviren: H.İbrahim Türkdoğan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder