12 Haziran 2018 Salı

AMERİKA KAZAN, BEN ÇAY KAŞIĞI


Sondan


Uçak inmiş de ben daha inmemişim gibi bir hisle uzanmış oturuyordum. Hava kadar hafif bir “iki aradalık” hali. Aynı usulcalıkla sahneler, düzensiz uzunluklarda iç gözümden akmaya başladı.

Bir göl kıyısı

Akşamüzeri bir ada

Kahkahalar

Köprüyü geçerken

Bir hostel odası

Kendiliğinden. Beynimdeki operatör, şimdi arkana yaslanıp yaşadıklarını seyir vakti der gibi. O hafiflikle, yumuşaklıkla yazabilmek isterdim ama yazmak seyri yeniden yaratmak demek. Farklı bir iş. Farklı da bir tat. İçinden geçtiğin-içinden geçen sahneleri harita, şişe kapağı, bilet vs hatıralık ile birlikte saklamanın, geri dönüp canlandırdığın anlara katmanın yolu. Kendiliğinden canlanan hayallerden başka da olsa damağımdaki tadı benzer.

Pekala. Filmi başa saralım.

*
Uçuş uzun ama sonu tatlı. Chicago.

Bulut Kapısı -ya da halk arasındaki adıyla Fasulye- Anish Kapoor



İnsan dünyayı (evreni, kıtalar, ülkeler, durum ve başkalarını) olduğu gibi koca koca şehirleri de bir karışlık yürek-zihninin gördüğü, aldığı, kaydettiğine boyuyor, üzerlerine hoş, nahoş ya da kokmaz bulaşmaz genel bir hissin kılıfını geçiriyor.
Chicago’nun bendeki hissi aydınlık, havadar. Renkleri, durdukça demlenen tadı bunu izliyor.

Sabah. Suyu camgöbeğine çalan Michigan gölüne bakan odamdan çıkıp dışarı adımımı atmamla beraber sert-soğuk, insanı lime lime kesen rüzgarını yüzümde hissettim. Hayret, şehre şanını kazandıran rüzgarı, benim Chicago izlenimimde yer almıyor. Benimki hep sakin, arkadaşça.

Hava günlük güneşlikmiş gibi ince üst başlarıyla rahat rahat yürüyen yerlilere öykünüp kasılan bedenimi gevşettim. Böylece üşümenin miktarını değil ama hissini beterden iyiye getirerek yürümeye başladım. Gürültülü okul gruplarıyla Uzakdoğulu turist kafileleri arasından, gözüm kah önümde kah yüzyılı aşan akımları ardı ardına sergileyen cephelerin hareketli değişiminde, acı acı esen rüzgara karşı gittim de gittim. Senfoni binasının program panosuna burnumu yapıştırdım. Damıtılmış, iyice demlenmiş orkestranın kulakları kanatlandırışı, seni alıp ne derinliklere çekişi geri geldi. Büyük otellerin, küçük lokallerin önünden, yoksulluğun, bu aydınlık, güzellik ve ışıltının dışında kalanın başka taraflara, öteye süpürüldüğü Michigan caddesinden ırmağa doğru devam ettim. Gökdelenlerin dikeyliğinin göl, yeşil alanlar ve ırmağın yataylığıyla böylesine dengelenmesi bir kez daha hoşuma gitti.



Millenium Parkta laleler ile Bulut Kapısı üşüdüğümü unutturdu. Zamanı geçti geçecek lalelerin kendi ömrümü yansıtışıyla Anish Kapoor’un anıtsal çelik yüzeyindeki (gökyüzü, yeryüzü ve bu ikisi arasındakilerin) yansımalarına kapılıp gittim.

*
Art Institute önünde beklerken biraz ötedeki ikisi yaşlıca, biri yaşlı üç erkekten yaşlı olanla göz göze geldik. Biraz sonra yanıma geldi. Siz de bizim gibi Uber mi bekliyorsunuz, dedi. Bu şehrin gökten inme sohbetlerinden biri de öyle başladı. Türk olduğumu öğrenince üniversite zamanından tanıdığı bir Türk’ün adını söyledi: Atalay Yörükoğlu. Derken laf döndü dolaştı, şu sıralar üzerinde çalıştığı konuya geldi: Özgür irade. Hannah Arendt’in elimdeki kitabında tam da bu bölümde olduğumu söyledim. Arendt ha, hemen bakacağım dedi gözleri parlayarak. Bekledikleri araba geldiğinde çıkınındakini yanındakiyle paylaşıvermiş biri gibi hissettim kendimi.

Tesadüfler ve birbirlerine ilmiklenişleri.


Müzisyen bir dostun oturma odasında

Higher


Burada kalır okur, yazar, keyfine bakabilir ya da çıkıp etrafta dolaşır, bir kahvede oturabilirsin, dedi Patricia, nasıl istersen. “Benim şunu tamamlamam gerek.” Kaldım. Kurşun kalemi dişlerinin arasına kıstırıp içeri girdiğimde tekrarladığı ölçüye döndü. Higher adlı parçasının piyano eşliği üzerinde çalışıyordu. Caz müzisyenlerinin işin çoğunu doğaçlamaya bırakan kestirme yazışı yerine klasik eşlik piyanosunun dakik, nüanslı yazımıyla meşguldü. Bestelerken ya da düzenlemede bilgisayar değil kurşun kalem ve nota kağıdı kullanıyor. Bunların üzerinde durduğu sehpa yanı başında. Bir akort, akordun bir kısmı, bir tril ve dönüp kaleme sarılıyor, yeniden yazıyor, bunu önündeki notalarla karşılaştırıp iki üç notayı tekrarlıyordu. Uzun, zahmetli bir süreç. Kulağı orada olmayana göre zahmetli; çalan ya da dinleyen olarak kulağını tümüyle verdiğindeyse müzikten bile öte bir anda oluş getiriyor. O vakit ne öncesi ne sonrası, sırf uzayan sessizliklerle bölünen kesintili bir akış var. Anları parçalarına, kesirlerine ayıran bir büyüteci müziğin dokusuna tutar gibisin. Rüya zamanı gibi. Anlatmaya kalktığında rüyanın tek bir anına katman katman ne çok girdi, veri sığdığını görürsün. Gelmiş, gelecek, yalnızca senin içinde var olan tek bir anda içkindir. Ya da DNA sarmalı. Sarılıp dürülüp bir hücreye sığdırılan malzeme açılıp serilecek olsa kabını nasıl kat be kat aşarsa.

Ses provalarına da bayıldığımı bildiğinden olsa gerek, bir saat kadar sonra arkasını döndüğünde beni dört köşe bulduğuna pek şaşmadı.

Yan pencerede, bizdekini yine epey geriden izleyen baharın olanca gücüyle çiçek açmış bir erguvan, eflatun şemsiyesini tavusun kuyruğu gibi bir gösterişle kurşuni göğe açmış, tam bir notalık sus işaretinin oturaklılığıyla dikilmekteydi.



(Arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder