7 Eylül 2010 Salı

U2




Dün U2’nun konserindeydim. Konser lafın gelişi; algı bombardımanlarında.

100 bin kişilik Olimpiyat Stadyumu –sahadakiler oturtulacak olursa- herhalde doluya çok da uzak değildi.

Dünyanın dört bir yanından gelenlerle turnenin “360 derece” başlığını bir de bu açıdan doğrulayan küresel bir kitle.

Saatler öncesinden başlayan heyecanlı bekleyiş, hazırlık, artan iştah.

Devasa bir alanda kitlenin parçası olmayla gelen farklılaşma. Bireylik, ayrılık geride kalırken ondan çok büyük bir organizmanın parçasına dönüşmenin yüklediği enerji. Parçanın bütünle beslenirken dönüp onu semirttiği çığlaşma bir tür.

Bastıran yağmur, şiddetlenen rüzgarla hiç bozulmadığı gibi doyurulmaya hazır, aç keyfin bir de bu çeşnilerle renklenmesi. Biraz daha macera!

Saatler geçti. Yağmur da rüzgar da dindi, hava karardı. Sahanın ucundaki, uzaylı bir örümceği andıran dev sahne yapısı ışıklar saçmaya, gövdesindeki çepeçevre ekranlarda (alın işte, bir 360 da burada) görüntüler belirmeye başladı.

Ön grup çıkıp kulaklarımızı ses şiddetine alıştırmaya, heyecanımızı gecenin merkezine doğru tırmandırmaya girişti.

Sonra biraz daha. Ve geliş yollarında fışkıran sis bulutları arasından U2, stadyumu yerinden oynatan bir tezahüratla sahneye koştu, doldurdu, köpürttü, taşırdı onu.

On binlerin katıldığı şarkılar, yerinde duramayan (durulacak gibi değildi, zemberek bir kez boşaltılmıştı) insanların dansı. Spotların dilim dilim taradığı kitlenin (çalışan kıyma makinesinin etin parçalarına ayrıldığı ucundaki kıvıl kıvıl şeritlere benziyorlardı) parçaları aşıp bütün oluşu.

Grubun müziklerini “sırf eğlence” olmaktan çıkarmaya bakarak dünyayı umursama mesajlarıyla “aktifleştirmeleri.” (Dünya barışı, insan hakları, insani felaketlerin önünü alma.. Böyle güzel şeyler. Sevdikleri bir şeye yedirerek mesajı başka türlü kulağı bunlara kapalı kalacakların yutaklarından aşağı indirme yolu. Balıkyağını portakal suyuyla vermek.)

Artık kıyamet kopuyordu. Başta Bono, grup da kitle de iyice ısınmış, istenen yönde biçimlenen tatlı bir balmumu kıvamına gelmişti.

Bir ışık-ses vd. mühendislik harikası olan sahne binası, füzenin ateşlendiği Satürn rampası gibiydi şimdi.

Işıklar, sisler, dönen köprüler, çılgın bir organik-mekanik hareket.

Ve ses tabii. Göğsüme diklemesine yaslanarak kemiklerimde, iç organlarım, oradan iliklerimde gümbürdeyen, aklı baştan alıcı bir hacimle tomur tomur titreşen ses.

Gönüllü, saldım kendimi.

Bir yanım saydam kaldı ama. Gösterinin gerisinde.

Ustalığı tartışmasız bir reji eseri renk-hareket cümbüşünün, bin bir grafik oyunun çağıldadığı 360 derecelik ekrana bu yanımla baktım.

Ekrana ve altındaki sahneye.

Büyütülmüş, sesi çılgınca yükseltilmiş, renklendirilmiş, hareketiyle sınırsızca oynanan versiyonlarından bakışımı altlarındaki sahnede sıradan ölümlü ölçeklerinde işlerini yapan insanlara indirdim.

Işıkları kapadım. Hoparlörleri fişten çektim. Akvaryum-stadyumu tıpasını açıp boşalttım.

Bono’nun sevdiğim başka dünyalı sesiyle grubun karakteristik gitar akorları kaldı geriye.

Başka da hiçbir şey.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder