15 Mart 2010 Pazartesi

KÜÇÜK AYASOFYA -1



Şehir planını mönü gibi açıyorum önüme. O kıtası senin, bu kıtası benim.. Seçimimi de mönüleri kaç sayfalık olursa olsun lokantalardaki kadar çabuk yapıyorum.

Planı kesintisiz bir bakışla taradım. Bakışım daha başlangıç noktasına dönmeden Küçük Ayasofya seçenekler arasından sıyrıldı, belirginleşti, çağırdı. Tamamdır!

En iyisi tarihi yarımadanın labirentine hiç dalmadan Sarayburnunu kıyıdan izleyerek sur boyunca gidip Çatladıkapı’dan girmek. Sonra ilk sol, bir daha sol ve işte karşımda Sergios Bakhos Kilisesi – Küçük Ayasofya Cami.

Sultanahmet’in devamında, eteklerindeyiz ama ne kadar farklı buranın havası. Sakin bir kere. Çok daha sessiz. Telaşsız. İki üç katlı daracık, ahşaplı-kaçınılmaz betebeli, her telden renkli yapıyla inişli yokuşlu kıvrım kıvrım sokaklar tenha.

Küçük Ayasofya avlusuna girdiğim an hissettiklerime bir de ferahlık eklendi. Henüz herhangi bir somut nedene dayandıramayacağım akça pakça sere serpe bir huzur.

Cemaat Cuma namazındaydı. Bitişiğe, camiye ait külliyenin parçası olarak yapılmış eski medreseye geçtim. Avluyu üç tarafından kuşatan revak, göz göz dükkanlara ayrılmış. “Eline-beline-diline” düsturuyla kitapçı. Bitişiğinde Nakkaş Rumi.. Suluboya resimlere bakarken genç bir kadın çıktı dışarı, sohbet etmeye koyulduk. Söz ebrudan açıldığında avludaki kahvede oturan üç kişiyi gösterdi. Önde gelen ebru sanatkarlarıymış.

Cemaat dağılmamıştı daha. Kahveye girdim, beyleri selamlayıp oturdum. Biri diğerlerine ebrular gösteriyordu. Bir süre kulak misafiri olduktan sonra yanlarına gidip göz misafiri de olma izni istedim. İstanbul efendileri. Buyur ettiler. Ebru yabancısı olduğum bir sanat. Şimdiye dek gördüklerimin basmakalıp örnekler olmasındanmış dedim. Şimdi gözümden geçenlerse.. Çağıl çağıl, dalga dalga renk, kıvrak-yoğun desenler, kimi alabildiğine yalınlıkta gizli büyük ustalıklar. Erbabının yorumlarıyla (bir renk nasıl elde edilmiş, hangi kağıt kullanılmış, nasıl bir fırça darbesi vurulmuş..) dikkatim bileniyordu ama bu görüntü akışını bilgi eşliği olmaksızın da süresiz seyredebilirdim. Mikro bir aleme açılmış gibiydim, kaya kristallerinin, yağ tabakasına güneş vurmuş su birikintilerinin, girift yaprak damarlarının, sinir ağlarının içinde derinleştikçe derinleşen bir yolculuk.

Mayıs’ta Altunizade Kültür Merkezinde yapılacak ebru sergi ve sempozyumu için eser seçmektelermiş. Sohbetleri de ebrular gibi aktı gitti. Suyu, ucundaki nadide renkle tek bir darbede dalgalandıran fırça gibi bütün buraya hakim hissettiğim barışıklığın havasına karıştı.

Neden sonra kalktığımda camide kimse kalmamış, kapısı kapanmıştı (imamı da ebru sanatçısıymış). Gönlümdeyse bir pencere açıldığı duygusuyla döndüm.

Keşfin devamı başka güne kaldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder