31 Ocak 2019 Perşembe

APHRODİSİAS

Sarılı mavili allı morlu Pamukkale sabahı er vakit Felix’e semerini vurdum, Denizli’den çıktım. Gecekondudan apartmanlaşmış herhangi bir şehir gibi Denizli. Gemisini kurtaran kaptanların, benden sonra tufancıların, çocuklara ve bize başımızı sokacak iki göz oda başlangıçlı yayılmacılığın nursuz, yeşilsiz, ruhsuz yığılmışlığına diğer bir tipik örnek. Görmeyeli büyümüş, yolları, alt, üst geçitleri dallanmış budaklanmış. (Bu yeni yol ağlarında navigasyon, hele benim gibi yönsüzler için daha da değer kazanıyor.) Ama Aydın yolunu tuttuğumda karşımda yemyeşil yükselen koca dağ ile öyle bir doğa çanağında ki göz buna açıldıkça çapsız insan elinin çirkin marifetleri yeryüzünden siliniyor.



Yükseldikçe şehir trafiği seyreldi. Bitti. Hava bulutlanırken ferah dağ yollarında yalnızlaştım.

Aphrodisias?

Şansımızı bir deneyelim, evet. Hava izin vermezse müzesini görürüz en azından.

Geyre’ye doğru bir 70 km boyunca büyük kısmı iyi durumdaki yolun sonunda ören yerinin girişine vardığımda yağmur başladı. Kendimi müzeye attım. Buz gibiydi, ısıtıcılar onarımdaymış. Yenilenmiş müzeyi gezmeye Antik Çağın ünlü ve benzersiz heykel okulunun eski tanışlarıyla başladım. O tanıdık hayranlık bir kez daha uyandı.



Roma imaparator-tanrı kültüne adanmış Sebasteion duvar kabartmaları için yapılan dev salonda ilk kez karşılaştıklarımla ise ayaklarım yerden kesildi. Ortada Aphrodisias’ın Mavi At’ı, duvarlar boyu her biri mitolojiden bir sahne ile insan ve dizginsiz düş gücünü derinlemesine anlatan kabartmalar, heykeller. Afallatıcı ifade güçleri.

Çıktığımda yüksek sanatla içim ısınmış, burnumun ucuysa buz kesmiş, havayı filan unutmuştum. Başka şey görmesem bile gam yemeyecekken yağmurun dindiğini gördüm, içim kabardı.

Aphrodisias büyülü bir yer. Hep öyleydi. Arda kalanın görkemiyle değil sırf. Konumu ve telkin ettiği tanımlanmaz şey ile de. Yaz kalabalıklarında otuz kırk kişilik turist kafilelerinin başında bile dipten dibe hep hissettiğim farklı bir çekimi oldu.



Şimdiyse ıslak, serin havada yapayalnızdım. Yağmurun canlandırdığı yeşil örtüsüyle şehre daldım. Kenan Erim’in bir kıyıdaki sade mezarına gittim. Otuz yılını adadığı kısa yaşamında ortaya çıkardıklarına teşekkür ettim.

Bulutlar tepemde kaynaştıkça oluşan dramatik ışık oyunlarının sürekli değişimi altında Afrodit’in tapınağından güzelim şehir meclisi amfisine, çok geniş bir alana yayılan kalıntılar arasında dolandım. Toprak yamaçtan, en üst sırasına tırmandığın ana kadar gözden saklanan, tümüyle korunmuş stadyumun şaşırtıcılığını onu neredeyse ilk görenin hayretiyle yeniden yaşadım.

Birkaç kişilik bir Amerikalı grupla şöyle bir karşılaştık. Yoluma bir süreliğine peşime takılan tatlı bir köpek yavrusuyla devam ettim.

Bu mevsimde çırılçıplak ağaçların yağmurla cilalanıp belirginleşmiş dalları, gövdeleri sütunlar, alınlıklar, sütun tamburları, işli mermerle tutuştukları kah çekişme, rekabet, kah kaynaşma ile ayrı bir fasıl açıyordu. Bir süre sonra ağaçlar, başlı başlarına ve kalıntılarla giriştikleri ilişkileri ile gözümde iyiden iyiye öne çıktı.


Ve kavakları oldum olası sütunlarına tepeden bakan Aphrodisias’ı bu kez bambaşka gördüm.

Aradan ve Kenan Erim’den beri geçen otuz yıl boyunca gün yüzüne çıkarılanlarda çok yol alınmış. Karlı, yeşilli dağlar, tepelerin, sık bitki örtülü düzlüğün arka planıyla avucunda kent iyice belirginleşmiş.

Hamamdan Hadrian tapınağına, agoradan tiyatroya, müzedeki kabartmaların Sebateion’una, hepsi da anıtsal yapıların arasında turumu tamamladım. Yükümü almış, zenginleşirken şifa bulmuş, bir kahve molası ardından Aphrodisias’tan ayrıldım.

Google yolu kestirmeden tarif edeyim dedi. Denenmişten şaşma demeyi bilmediğimden sen bilirsin dedim. Beni anayollardan uzaklaştırıp o köy senin, şu tarla-bahçe benim, dağların içlerine soktu. Bir traktörle yan yana kılı kılına geçilen yollara saptırdı. Arada işlekçe yollara çıkıyorduk, geniş bir nefes alıyordum ama çok sürmüyor, daha da içlere dönüyorduk. Hiç görmeyeceğim yerlerden geçtik.




Yükseldikçe değişken bulutlu havanın ışığı çok uzaklarda, karşı yamaçlarda kalan yerleşimleri aydınlatıp karartıyor, zaten baskın olan doğayı daha da öne çıkarıp görünümü insanın dışına, zamanın ötesine taşıyordu. Kaygılı ve büyülenmiş, devam ettim. Kendimi daracık, yılankavi bir dağ yolunun uçurum kenarından tırmanır bulduğumda iyice kasılmadım değil. Felix’in utangaç bir ergenin höt’ü kadar yükselen kornasının karşıdan hızla gelenin hikayeme son vermesini ne kadar engelleyebileceğini bilemeden bir 30 km böyle gittim. Yağmur başladı, durdu, arttı. Sonunda Yatağan yoluna çıktığımda navigasyonu kapayıp derin bir nefes aldım ve Bodrum’a kadar yolun salonda çay içmek gibi gelen son etabını Renée Fleming’in Guilty Pleasures albümünü dinleyerek yaptım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder