26 Ocak 2019 Cumartesi

GİTAR

(Eskilerden bir de öykü)


*

Kapıyı arkasından kapadı. Kirli beyaz kılıflı gitarı duvara dayadı. Yağmurluğunu astı. Eğildi. Çamurlu pabuçlarını çıkardı. Giriş loştu, gözlükleri buğulanmış. Gitarını aldı, içeri geçti.

Masanın dantel taklidi naylon örtüsünde geç edilmiş Pazar kahvaltısının artıkları duruyordu. Babası gazeteden başını kaldırdı, gözlüklerinin üzerinden baktı, göz göze geldiler. Mutfaktan yayılan karnıbahar kokusuna anneannesinin öfkeli sesi karıştı. Babası bakışını gazeteye indirdi.

Sofrayı topladı. Dolu tepsiyi mutfağa götürdü. Islak bir süngerle döndü, örtüyü sildi. İnatçı bir reçel lekesinden televizyona kaydı gözü: doğabilimci, balta girmemiş ormanlarda dalları iki eliyle iterek kendine yol açıyor, konuşarak ilerliyordu. Kamera ondan ayrıldı, yükseldi, yükseldi. Bir ağacın tepesinde durdu. Sonra, kendini boşluğa bırakarak süzülen alacalı bir kuşla birlikte düştü. Parmakları dalgın bir saplantıyla, soluk bir iz bırakarak silinen reçel lekesini ovuyor ovuyordu. Yanık bir And kavalı alacalı kuşa eşlik etti. Ezgi ve kanatlar beklenmedik atılışlarla havalanıp daldan dala uçtular.

Anneannesinin çatlak sesi çağırdı. Süngerini alıp mutfağa döndü.


Tebeşir uzun bir çizginin ortasında kırıldı. Öğretmenin tırnağı tahtaya sürtünürken iç ürperten bir ses çıkardı. Sınıf sinirli bir irkilişle dalgalandı.

O duymadı. Eli, belli belirsiz kağıt mendili sıktı bir an. Bakışı pencerenin ötesindeydi. Parmaklığa konan kargayı izledi. Gagasını göğüs tüylerine daldırışını. Zorlanan motoruyla bir kamyon yokuşu tırmandı. Karga başını kaldırdı. Simitçi çocuk, tablasını başından indirdi, kapının yanına yerleştirdi, çevresine bakındı. Olduğu yerde sıçradı ısınmak için. Soluğunun buğusuyla eğlendi. Tüylerini kabartan kargayı gördü. Bir taş aldı yerden, fırlattı. Uçtu gitti kuş. Taş, parmaklıklara çarpıp boğuk bir sesle düştü.

Hey! Sana soruyorum! Öğleyin pastaneye geliyor musun? Kolunu çekiştiren arkadaşına başını salladı. Evet.

Öğretmen bezgin yüzünü sıvazlayarak formülü yineledi. Önlüğünün ön cebinde, kırmızı iplikle işli isminin altında iri bir leke vardı. Mor, şekilsiz.


Lacivert eteğini, üstünden tebeşir tozları yükselmeyene dek silkti. Geri çekildi, kapadı pencereyi. Perdeleri. Eteği iskemlenin arkasına yerleştirdi. Işığı açtı. Duvardaki turizm afişinin laleleri pas renginden kurtulup birden kızardılar.

Nota sehpasını duvarın dibinden alıp odanın ortasına koydu. Kirli beyaz kılıfın fermuarını açtı. Ağır, ses vermeyen, cilası yer yer çatlamış gitarı usulca çıkardı.


Üçüncü sahibiydi. Elden düşme satın alan tanıdıklarının oğlunun hevesini tükettiği, ev taşırlarken ona bıraktığı bir alet. Bir gün, kapı aralığından, tam kendisine uzatılanı seçecekken aydınlığın ışığı sönüverdiğinde. Ağırlığını kestiremediği için ellerini çok daha fazlasına hazırlayarak kavradığı -belki japongülü saksısına düşündükleri o tahta ayaktır- karanlık bir şekil.

Oysa bir gitardı..

Eşyaları aşağıda kamyona yükleyen işçilerden biri otomatın düğmesine basarken ikincisi de japongülü saksısına düşünülen tahta ayağı kapıya bıraktı. Gitarın deminki sahibiyle bir baş işaretiyle anlaştılar: tamam! Doğru parçayı getirmişti. Taşıdıkları kanepenin öbür ucunu yüklendi, arkadaşıyla birlikte merdivenlerden indi.

..Oysa bir gitardı

“Bizim takıma heves ettim. Cahit, Cafe’de org çalar. İbrahim’i de bilirsin, on parmağında on marifet, ud, gitar, allah ne verdiyse. Bunu aldım. Tıngırdattık işte bir iki. Kolay değildir ha! Tellerin öyle telgraf teli gibi sessiz sakin uzandığına bakma. Adam gibi ses çıkaracağım diye canın çıkar. Heves işte. Aldık. Şey falan da çalıyorduk.. Edip Akbayram, Julio filan. İşte biraz. Ama geçti. Şu aydınlığın ışığı da amma kısa yanıyor! Herifler kanepeyle beşinci kattan yuvarlanacaklar. Neyse. Şimdi taşınıyoruz. İş de bulduk. Bize yaramaz artık. Atsan atılmaz satsan satılmaz. Sen geldin aklıma. Müzik dersi de almıştın. Ağız armonikası mıydı? Sende kalsın.”

Bir gitar.

Anneannesi ardından bağıradursun, odasına çekildi. Kirli beyaz kılıfı içindeki bu şeyi usulca yatağına uzattı. Yanına oturdu. Baktı. Galiba kendisine söylenen karmaşık bir sözü anlamaya çalışır gibi. Garip, beklenmedik, kuşkulu bir ilintiyi yakalamaya uğraşır gibi baktı.

Nota sehpasına, ucundaki hafif kıvrımı dikkatle düzelterek bir fotokopi kağıdı koydu. Başının gölgesini sakınmaya çalışarak notalara doğru eğildi. Gözlerini kıstı. Dondu yüzü, öylece kaldı. Güçtü. Kendisiyle ne olduğunu bilmediği bir yer arasında duvar gibiydi sanki. Geçit vermiyordu. Oradaydı hep. Anlamak.. Tellerden birine rastgele bastırdığı parmağının ucundan çekildi kan. Et beyazlaştı. Anlamak istiyordu. Gözü bir notadan ağır ağır ikincisine geçti. Üçüncüsüne. İlkine döndü. Gitara eğildi. İlk sesi aradı. Buldu. Çaldı. Parmağı.. parmağı kaymıştı. Başını kaldırdı. İlk notaya baktı. Gitara eğildi. Sol eline baktı dikkatle. Çaldı. Yok, sağ eli yanlış teli çekti. Ötekini. Ben.. yüzü kızardı hafifçe. Gözlüğünü düzeltti.



Camın buğusunu sildi. Basık gökyüzü altında yapılar kararan yüzlerle birbirini izledi. Alçak, yüksek, külrengi, beton rengi. Kaldırım çizgileri, insanlar, adımlar.. Görüntüler birbirini çoğaltarak minibüsün penceresinden akıyordu. Akıyordu. Bir şeyi hatırlatıyordu. Hatırlatacaktı. Akış.. Acı veren bir yoğunlukla yakalamaya çalıştı. Ne olduğunu bilmediği yerle kendisi arasındaki o duvar. Şoför, radyonun ibresiyle oynuyordu. Bir aryanın doruğuna doğru tırmanan üç uzun notadan geçti. Acele kan arandığı duyrusunda oyalandı. Bir banka reklamı. Ege bölgesinde sıcaklık. Bir keman. Çok güzel bir şey çalıyordu. Sevinçle, güvenli. Sirkteki cambazlar gibi. Ama hep gülümseyerek. Hayranlıkla kırpıştırdı gözlerini. O keman gibi yaşasaydı. Kızarmasaydı yüzü. Hiçbir şeyden korkmasaydı. Orkestra da katılıyor işte. Kendisini de böyle karşılayan insanlar olsaydı. Arkadaşları. Şoför, minibüsünü iki yandan sıkıştıran araçlar arasından ustalıkla kurtardı. Oh be birader! dedi yanındaki gence. Kasketini başının arkasına itti. Yok mu! Şu çukuru açıp unuttular. İş çıkışı oldu mu kördüğüm mübarek. Keman başka bir kemanla söyleşiyordu. Öteki keman onu saygıyla dinliyor, ağırbaşlılıkla yanıtlıyordu. Daha yaşlı olmalıydı. Genç keman.. genç keman.. o yeri anlatıyordu sanki! Kendisinin bilmediği. Havagazı borusu döşeyeceklermiş, dedi şoför. Kayıtsız bir tavırla radyonun düğmesini çevirdi. “.. sarı çoraplı bir erkek cesedi..” Uzandı, camın önündeki paketten el yordamıyla bir sigara çekti. Yaktı.



 Arkadaşı koluna dirsek attı. Gülüşünü ardına gizlediği elini uzatıp sigara dumanıyla düzgün halkalar üfleyen oğlanı gösterdi. Haydi Mithat! Biraz daha çalışırsan Red Kit gibi kurukafalar çıkaracaksın! Mithat, ciğerlerindeki son dumanı dümdüz, sonra da burun deliklerinde ikiye bölerek üfledi. Pastanenin alçak arkalıklı koltuğuna yaslandı. Başını geriye atıp ıslık çalmaya koyuldu. Garson çayları getirdi. Eğilirken tepsi, Disko Kemal’in havada salladığı eline çarptı.

“Hop dedik usta! Ne filmdi ulan. Adamı boş bi depoda kıstırıyorlar tamam mı. Herif umutsuz ya, asılıyor tetiğe. Elindeki de gıcır makineli. Taga taga taga cıuvv! Binbaşının yüzü patır patır dökülüyor. Seninkinin gözlerinde iki damla yaş..”

“Ay ne feci! Nasıl bakabildin?!”

“Şu karı takımı! Ne varmış. Salça, kızım. Hem kan olsa ne çıkar!”

“Bir sigara versene Mithat.”

“Otlakçı. Al bakalım. Pederin görecekti ki.. ‘Duman Olcay’ı duman edecekti.”

“N’olacak! O da içiyor. Hem çağımızda kadın-erkek eşitliği var.”

“Kemal lan! Kalk da diskoluğunu göster. Bi Maykıl itele şu makineye.”

“Sahi. Amma sessiz bugün burası.”

“Tabi ya. Sen filmine takılmışın. Pastaneye de moruk bakıyor. Teybe çiftetelli sürmediğine şükür.”

“Herif kebapçıymış memleketinde.”

“Kim?”

“Cavit amca. Levent tutturmuş da açmışlar burayı. Öyle babaya böyle oğul.”

“Ay gene yumurtladı.”

“Karşınızda.. da.. da.. Maykıl Ceksın.. sınn. Sağolunn.. varolunn.. canlarım.. rım..”

“Ne o be! Zekiyle karıştırdın.”

“Karışır karışır. İkisi de o biçimler.”

“Terbiyesiz!”

“Mayk’a laf yok.”

“Ona yok da Zeki’ye var mı!”

“Aman Zeki de Zeki.. Haminnemden beri aynı herif.”

“Bak onun yeri ayrı.”

“Doğru.”

“Adam sanatçı.”

“Orası kesin!”


Gözlerini dışarda tezgahını toplayan işportacıdan ayırdı. Tabağın kenarından ıslak, yarı yarıya ermiş şekerleri aldı, artık soğuyan çaya attı. Karıştırdı. Müziğin karmakarışık notaları her şeyi örttü.



Omuzları düşük oturuyor, uyuşmaya başlayan ayağını yükselticiden indirmeye çekiniyordu. Sol eli, kucağında sıkı sıkı tuttuğu gitarın boynunu kavramış, hocanın söylediklerini izlemeye çalışıyordu.

Biz, yani batı dünyası artık diatonik müzik yapıyoruz. Tek sesli müzik çoktaan terk edilmiş. Aklı başında olan, ne yaptığını bilen, duygularını analiz edip belli etkileri yaratmak için belli yolları bilimsel olarak arayanlar terk etmiş onu. Her müziği çalacağız. Çünkü bu çağın insanlarıyız. Nasıl ki insanlar geçmişte fasülye pilavla yetiniyordu ama artık çin mutfağından amerikan yemeklerine kadar her gıdayı merak ediyor, istiyor, lokantasını açıyorsa bu da öyle. Bach da çalacağız, ispanyolunu da inkasını da, efendim, klasik türk musikisini de. Ama çok seslendirip. Yine hep ben konuştum, sen kafa salladın. Haydi göster bakalım, ne yaptın geçen hafta.

Daha da doğruldu. Ellerini düzeltti. Nota sehpasına eğildi. Gitara baktı. Hangi sesti.. Unuttu. Notalara baktı. Gitara eğildi. Ürkek bir titreşim.. Hoca, takma dişleri arasından faa! diye gürledi. Sabırsız, sevecen, öfkeli. Fa! Sen sol çaldın.



Masanın dantel taklidi naylon örtüsünü serdi. Dolgun, kırmızı ellerini kıvrımların üzerinden geçirdi. Tabakları yerleştirdi. Su şişelerini. Rakı şişesini. Mezeleri. Kendini bildi bileli hasta annesine yemeğin hazır olduğunu söyledi. Kapıdan giren küçük abisinin paltosunu aldı, terliğini verdi. Banyodan çıkan büyük abisine temiz gömleğini yetiştirdi. Gözlüklerini buldu anneannesinin. Babasının kadehini doldurdu.

Sofradaydılar.

N’aptın bugün? Hiç işte, her zamanki gibi, stajla iştigal ediyoruz. Ya sen? Dükkan doldu taştı. Yeni bir yer açsak diyorum. Soba satışlarına ağırlık vermeli. Düşünürüz. Anne! Anne! Soğanı uzatsana. Buz da ister misin? Yok oğlum, dokunuyor artık şu meret, bir de buz katmayalım hele. Hadi sağlığa! Sağlığa! Ne o valide? Ağzını bıçak açmıyor? Amaan sen de! Bıçak açacak da n’olacak! Kızım olacak karının derdi yetmiyor.. şuna bak, limon gibi.. bacaklarım ağrıyor yine.. doktor demiş ki.. Geçeer! Hem sorarsın hem de bırakmazsın lafımı bitireyim. Geçer dedik ya valide. Oğlum buz koy şurdan. Dükkana daha sık uğrasan baba. Niye o? Pekala yürütüyorsun. Evelallah, evelallah da sana meşgale, bana destek olur. Düşünürüz. Maaşallah hanım, avurtların takır da takır öğütüyor ha! Ha ha! Yarasın.. Aşkolsun, şunun şurası iki lokma, onu mu sayıyorsun. Ayıbettin ana! Sen ye hele, ye ki babama süt olsun, he he! O ne len kerata, şakacı aslanım benim! Ye kızım, ye yavrum, şu kocan sana yedirmeyecek de kime yedirecek, hem doktor.. Üüf! Ne sıcak! Cam açın hele biraz, al valide, tat şu çiğ köfteden, ellerimle yuğurdum bak. Hadi şerefe! Cümlemizin! Kızım kalk da bir bant koy bakayım, şöyle kıvrak, neşeli olsun. Hah şöyle! Allaah! Sağlığa! Sağlığa! Nereye kayboldu bu kız, koydu bandı, gitti. Ödevi vardır. Onu çoktan bitirmiş, gitar tımbırdatıyordur. Hocasını gördüm evvelsi gün. Şu bizim musikişinas İbo’yla haber yollamış. Gelsin abisi de görüşelim, senin hatırına ders veriyoruz amma.. demiş. Ee? E’si, gittik, adamı gördük. İyi insan hoş da, allah çene vermiş, sağanak gibi konuşuyor. Derdi neymiş? Doldur bakalım kadehini. Çiğ köfte de nefis olmuş baba, yuğuran ellerinin sağlığına! Evet, lafın kısası, hocası bizim kızdan usanmış. İki yıldır elimden geleni yaptım, dedi. Elimden o kadar talebe geçti, hiç bunun gibisini görmedim, dedi. Öğrenemiyormuş. En basit, kolay parçaları daha da basitleştirip veriyormuş. Ama kız gitara hortlağa bakar gibi bakıyormuş sanki. Ödü kopmuş gibi ya da pek şaşırmış gibi. Allah allah! Bir garip alet işte, nesine şaşırıyormuş?! Ne bana soruyorsun, kardeşine sorsana. Hadi şaşmasını anladık, dımbır da dımbır, peki korkmak neyin nesi? Nerden bileyim baba, hocası dedi ki, şimdi ben söylesem şok olur, psikolojik dengesi bozulur, siz lisanı münasiple, yavaş yavaş.. Kıza da günah yahu! Elalemin kızı ne yollara sapıyor tövbe, onun ne eğlencede gözü var ne bir şeyde, dersleri idare eder, ev işini de görüyor, bir merakı bu, önünü keselim de ne idüğü belirsizlere mi karışsın, bırak allasen!


Perdeleri kapamadı. Lambayı açmadı. Camın önüne oturdu. Yola baktı. Geçen arabalara. Işıklarına. Geçen arabalara. Işıklarına. Işıklara. Evlerin pencerelerine. Göğe. Tozlu karanlığa. Işık. Karanlık. Iş.. karan..ı.. Karanlık pencereler, aydınlık gökyüzü. Şimdi gözleri görüntüleri beklemiyor, seçiyor, çözüp bağlıyordu. Kapadı. Açtı. Anladı.

Yerinden kalktı. Sert bir devinimle yatağının üzerinden alırken gitarı sönük lambaya çarptı. Fark etmedi. Yüzlerce kez baktığı notaları gözlerinin gerisinde gördü. Telleri kavradı. Telgraf telleri gibi sessiz, sakin.. Keskin bir gülümseme yarıldı kapalı dudağından.

Gideceği yere doğru perde perde açılan titreşimlerle basitleştirilmiş parçayı basitleştirilmemiş şekliyle çaldı.

                                                                                                                                                                                              Ocak 1986


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder