5 Kasım 2018 Pazartesi

BİR FOTO SAFARİ: SASON KANYONU İLE SARIAYDIN KÖYÜ

Dört günlük etkinliği meğer tanınmış doğa fotografçısı Faruk Akbaş Fujifilm ile düzenlemiş. İki günlük atölye çalışması, sunumlar, Uzuncaburç’a çekim gezisi. Ben son gün, Sason kanyonu ile Sarıaydın köyü gezisine katıldım. Akbaş’ın Fethiye’den getirdiği grubuna Silifke’den dahil olanlarla birlikte iki midibüs doldurduk. Fotografa bu yerel ilgi çok hoş (Uzuncaburç turuna üç midibüs çıkmışlar).



Mara yolundan (Kırobası’nın bu eski/diğer adı doğrudan Buda’nın aydınlanma efsanesindekini çağrıştırdı, yol gözümde başkalaşıverdi) vurduk dağlara. Virajları motor inlemeleriyle ağır ağır çıkmaya başladık.

Yükün önemli bir bölümü herhalde ekipmanlardı. Çanta çanta lens, baba kameralar, üçayaklar, tekayaklar, yedek şarj aletleri, piller, filtreler.

Zihinsel yük motora binmese de taşınanlar açısından bunlara entelektüel donanım da eklenebilir. Teknik bilgi, piyasa araştırmaları, kıyaslamalar, daha da bilginin üzerine bina edileceği deneyim, anılar. Gençli, orta yaşlı, kadın erkek grubun büyük bir çoğunluğunun olduğu gibi bir fotograf heveslisi ya da aşığı iseniz boynunuz, omurga ve ayaklarınız ile kafanıza epey ağırlık düşüyor (kesenize düşen ise cabası). Ama iyi bir avın gözünüze getireceği ışık, içinizi hop ettirmesi, en önemlisi dönüp algınızı derinleştirmesi her şeye değer. (Yol arkadaşıma İngilizcede ateş etmek/hayvan vurmak ile fotograf çekmenin aynı fiil olduğunu söylüyordum. “Avcıların elinden tüfeklerini alıp kamera vermeli.”)

Hafif gövdeli kompakt Lumix ve yanıma almışken araçta bıraktığım tekayak ile en hafifleri bendim herhalde. Ekipmana ilişkin teknik bilgi hep can sıkıcı gelmiş, bildiğim birkaç nümerik değeri bile unutmuşum.

Manzara, dönemeçten dönemece Toroslar müthişti. Bu yoldan ilk geçişim. Mut’a doğru yükselirken çamlarla makilerin düzensiz, seyrek bir sakal gibi örttüğü, kah mercana kah kirli kahve-griye çalan gözenekli kayaç yamaçlar. Arada göz göz mağaralar, inler. Güz renkleriyle alacalanan meyve bahçeleri –erik, elma, ayva. Sırık sırık domates, bozlu morlu lahana ile brokoli yamaları. Fildişi ve kızıl toprak. Uçurumlar.

Yola çıktığımda gündoğumunu çeşnilendiren bulutlar göğü kapar, yukarısı loşlaşıp kararırken yeryüzünün oradan buradan parlamalarla aydınlanıverdiği o enfes ışık oyunu da geldi, bu bol çeşitli görüntüye katıldı mı!



Demircili’den, çanak antenli derme çatma yayla evleriyle yanak yanağa (en talihli ikisinin etrafları boş kalmış, sadece önlerinden telefondu elektrikti teller geçiyor) anıt mezarlardan, tek tük, kimi beton, çelik ve sentetik boya devri öncesinden kalmış, tek renkliliği, biçimiyle gözü hiç değilse dinlendiren köylerden, teneke, çinko, tel ve akla gelebilecek her türlü hal almış çimento, demir ile çok şekilli ve biçimsiz yenilerden geçtik. Bir buçuk saat sonra 950 m rakımda, bunların kasabalaşmışı (kasaba kaba saba olarak da okunabilir) Kırobası’nda kısa bir mola verdik.

Göz için değil, kafa sokmak için çatılmış evler, beni bırak, alacaksan malımı al diyen dükkanlar.. Çirkinliğin de bir çekimi olabilir. Gözü bu kadar hiçe sayan bu yerleşim (daha doğrusu ucundan ilişme) kültürünün ise güzellik kadar çirkinlik dolayısıyla bile göze, fotografa, belgelenmeye gelir yanı yok. Işığa, görselliğe, derin su yengeçleri kadar uzak. İlle göz de diyen benim gibi enayilere acı veriyor, aklını karıştırıyor, estetik kodlarını gübre edip tarlasına, yem edip hayvanlarının önüne atıyor.

Kırobası'nda kameraya gelir tek şey, bir canlı hayvan kamyonunun kasasından başını çıkarıp bize öylece bakan çoban köpeği idi


Mara çıkışı manzara çok geçmeden değişti. Derin bir obruk ile Sason kanyonu başladı ki ne başlama! Biraz daha ötede karşı duvarı dümdüz, dimdik, yanı başımızda uzandı. Ta diplerde sarılı, turunculu, kızıllı, pembeli, akarsuyu örtmüş sık bitki örtüsü de, kavaklar ve başka başka ağaçlarla dalgalanan boylarda onunla birlikte. İşaretsiz yol ayrımlarından bir sağa bir sola dönerek asfalttan ayrıldık. Gidebileceğimiz yere kadar midibüslerle ilerleyip indik. Bahçelerin arasından, dallanıp budaklanan keçiyollarını izleyip kanyonun kıyısına yürüdük. Sason bu noktasında bütün ihtişamıyla bizi, yanında çer çöp kalan bedenlerimizi avucuna aldı. Kimi bir yükseltiye açılan derin oyuğa tırmandı kimi hemen kıyıdaki kayalara çıktı. Taş kemerler, okyanus dalgası benzeri oylumlar, tehlikeli uçlar çerçeve edildi, içine geçildi. Yol boyu gayet ağırbaşlı olan grup sıra selfie’lere gelince bildik bir gezi kafilesine dönüştü. Ama o kadar. Konu fotograftı, ona dönüldü. Dron uçuruldu, lensler değiştirildi, bilen, daha az bilene yol gösterdi. Deklanşörlere binlerce kez basılarak, görsel problemler çözülmeye, estetik buluşlara varılmaya, görülen kavrandığı biçimde aktarılmaya çalışıldı. Avlanmaya.



Onların bu adanmış merakları yanında benimkinin ne havai kaldığını düşündüm. Merak etme, kendini verme biçimim hep kendimce oldu. Öyle aynı dergilere, kulüplere, partilere yazılarak paylaşılabilir olmaktan uzak. Teknikle alakası gevşek. Donanımlarının elvereceği çekimleri düşündüm. Işık doğru okunmuş, gereği yerine getirilmiş, renklere hakkı verilmiş, derinlikler kusursuz, netlik-netsizlik dengeleri ile doku doyurucu kılınmış, avuç içi gibi bilinen editing programlarıyla bir de perdahlanacak.. Bu gezginlerin taşıdıklarının ima ettikleri yanında kare çerçeveli çeken (evet!) kameramla benimkiler, yıldızlı bir şefin patates salatası ile aynı sofraya konulan patatesi çok pişmiş bulamaç gibi.

Ama sevgiyse sevgi. Kendini vermekse, zaman silinmecesine kendini vermek. Akarak eylemekse akarak eylemek. Anı aramak, bamtelini yoklamak. Sonra uzanmak ve teknik mükemmelliği dert etmeden dokunmak. Hissetmekse hissetmek.

Dönüşte birkaç kişi arkamdan geldi. Keçiyollarının en dar, iki yanı en dikenlisini şaşmaz içgüdümle bulup, rehberimiz olduğunu sonradan öğrendiğim, 96’da kanyonu ortaya çıkaran grupta olan kişiyi bile yolundan saptırdım. Neyse, seke kaya, dikenlerle dalana, diğerlerine kavuştuk.



Silifke belediyesi sağ olsun, kumanyamız bile vardı; peynir-salamlı ekmekler, meyve suyu.

Uçağa yetişeceklerin ayrılmasıyla tek otobüs, Silifke yakınlarındaki Sarıaydın köyünün yolunu tuttuk. Akarsu boyunca kavaklarıyla ünlüymüş. Mara’dan 8 km uzakta, derin bir vadinin yamaçlarında. Adı? Aydın’dan göçenler kurmuş da, ondan, sarısı da kavaklarının şimdiki halinden. Güz vakti mi gelmişler? Neden? Ne olmuş da yurtlarını terk etmişler? Başka mevzular. Konumuz şimdi fotograf.



Akarsuyu (Erdemli yakınlarında denize dökülen Aksıfat) geçtik. İndik. Yamacı geri tırmanıp eski medreseyi görmeye gittik. Harabesinden girip derme çatma bir merdivenden aşağı, hasat edilmekte olan elma ağaçlarının oraya indik. Yer diz boyu ot. “Alın size ilaçsız, organik mi organik meyve!” Toplanamadan dökülmüş elma. Tevekkeli değil, elma satın alabileceğimiz bir yer var mı diye sorduğumuzda anlam veremeden yüzümüze bakmışlardı. Sonunda biri ne kadar istediğimizi sormuş. Gruptan olan kişi 1-2 deyince de kiloyu ton anlamış. Açığa kavuştuğunda güldüler. “De gedin! Lafı mı olur?! Aha kovalar, aha ağaçlar, ne kadar istiyorsanız alın-toplayın, çuvallara katın!”

Ta eskilerde(n) kalma bir gönlü bolluk. İnsanın içi ısınıyor. Evlerin çoğu beton çağı öncesi, çoğu da harap. Giden gitmiş. Kalan yaşlı. Gün görmüş, bozulmadan mı tamamlıyor ömrünü?



Medresede Süleymancılara mürit yetiştirilmiş. Ta Osmanlıdan. 8 yıl önce terk edilmiş. Dere yanında, avluda bir başına uzayıp gitmiş minare camiden ayrı. Apayrı. Bura cem eviymiş söylentisi dolaşıyor. Cemaatler, cem evleri. Neler olmuş? Nasıl olmuş? Ama bunlar başka konular. Konumuz şimdi fotograf.

Bir iki damla atıştırdıktan sonra güneş, bulduğu aralıklardan sızıp sıkı düzen yükselen ak gövdeli kavakların üstlerinde kalan sarı yapraklara, bunların kıpraştığı akarsuya vuruyor. Yapraklar altın varak gibi ışıldıyor.


Karşı yamaçta, harap evlerle aşık atışmasında gibi görünen mezarlığa takılıyor gözüm.

*

Fotograflar:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder