14 Temmuz 2014 Pazartesi

TÜRKÇE'NİN GÜNEYİ

İşçiler üçer beşerli gruplar halinde çalışıyor. Bahçelerin bakımı, etrafın temizliği. Sıcak tempolarını düşürüyor ama kaptırdıklarında bazen tek kelimesini anlamadığım konuşmalarının hızı hiç azalmıyor. Tersine. Kızgın çakılların çıplak tabanlarını daha az kavurması için çılgın bir koşudur tutturmuş gibi konuşuyorlar. Lafların birbiri içine yuvarlandığı bir fokurtu. Yöre şivesi.

Fatoş öyle çok uzaktan değil. Tarsus’tan. Ama burada geçirdiği on beş yıldan sonra hala öğrendiğini söylüyor. “Sizin kullandığınız kelimeler sözlükte bile yok” diyormuş.

“İlk geldiğimde, yakınlarda bir göl var, herkes de oraya ne zaman gidildiğini soruyor sanıyordum. Hangole gidiyon? o kadar sık geçiyordu ki. Sonunda öğrendim. Nereye, derlermiş. Herhalde hangi yöne’nin çarpıtılmış hali.”

Fide’den kastinin ne olduğunu da epey bir yanlış anlaşmanın ardından anlatabilmiş. Ha o mu, ilahi yenge, ilişe desene demişler.

“Oğlum burada dillendi. Bir gün heyecanla geldi. Anne, biz gölük gördük, dedi. Ne gördüğünü anlamak için göstermesini istedim. Biraz ötedeki sıpayı işaret edip aha! dedi.”

İstanbullu bir hanım doğu koyundaki gazinoda kuruyemiş istemiş. İçkisini getiren çocuk gitti gelmez. Her yerde kurutulmuş meyve ararmış. Bilememiş hanımın gılle istediğini.

Gılle aslında abur cuburun genel adıymış. Çikolatadan pestile, cipsten patlamış mısıra herhangi bir şey olabiliyormuş.

Tıpkı süzgeçten kepçeye, servis kaşığına vb her şeyin delikli olması ya da bidon-kova, içine bir şeyler konan her kaba da stil denmesi gibi.


İşimiz var, yeni bir dil öğreniyoruz.

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder