16 Nisan 2012 Pazartesi

YAZ KIZIM

Eskiler, kendilerini ne kadar yonttuklarını günden güne görünür kılmak, aldıkları yolu ölçmek için günlük tutarlarmış. Gelişim öyle dosdoğru ilerleyen şey değil. İleri sıçraması, geri tepmesi, yerinde sayması var.

Değişim kendi haline bırakıldığında gücü onunkinden çok daha fazla olan geçmişin çekimine kapılıp gidiyor.

Geçmişin ataleti karşısında bütün gücü onu ateşleyen heyecan. Ama heyecan, heves, coşku vb güçlü duygular çıradan ibaret değil mi? Güç tutuşan odunlarla beslenmezse parlayıp sönmesi bir olacak geçicilikler.

Ateşi zamana yaymak, kendi momentumunu kazanmasına destek olmak gerek ki geçmişin çekimi karşısında bir şansı olsun. İnsan da dolap beygiri gibi durmaksızın çevirdiği eski alışkanlıkların çemberine gerisin geri yuvarlanmasın.

*

Yazmanın gördüğü bir başka iş, insanın kanıksadığı iç konuşmayı monolog olmaktan çıkarmak. İçte süren o şeye “konuşma” demek pek doğru değil. Daha çok dişleri dökülmüş ihtiyar bir ağızdan gevelenen eski teraneler. Yerleşik inançlar, pekişmiş kanılar. Artık farkına bile varılmadan vızıldamaya, cızırdamaya, homurdanmaya, tıslamaya devam ederek otomatik düşüncenin, tepkilerin fonu olmuş bulamaç bir kıvam.

Aşina olması insanı yanılgıya sürükleyen şey: “Ben bunları zaten biliyorum!”

Hayır, bilmiyorsun. Yeni olmamasını bilmeyle karıştırıyorsun. Onlar da böylece bakmaya değer bulmadığın için eskinin ataletini güçlendirerek sürdürüyor.

Sürdürür tabii, eşyanın tabiatı bu. Sen kalkıp meydan okumadıkça, sorgulamadıkça, acımasız bir budamaya, ayıklamaya kolları sıvamadıkça iç karartıcı bu macun kıvamlandıkça kıvamlanır, masallardaki dev anası gibi kendi çocuklarını, değişim filizlerini yer bitirir.

Ve hiçbir şey monologla sorgulanamaz.

Yazmanın getirdiği işte bu ikinci ses. Kendine muhatap olmak. Perseus’un Medusa’ya ettiğini yapıp iç monologa ayna tutmak.

*

Yazacak ne var ki sorusunun cevabını insan yazarken alıyor. Dile gelmek için ses verilmeyi bekleyen ne çok şey ne beklenmedik anlarda, bağlamlarda aralardan sıyrılıp gün yüzüne çıkıyor. Sönmeye yüz tutmuşken karıştırılan ateşten sıçrayan kıvılcımlar bunlar.

Gücün o zaman tazeleniyor. Kof bir gövdede tomurcuklar görmüş gibi oluyorsun.

Ama en tatlısı, çokça talihin karşına çıkaracağı hoş karşılaşmaların, dış şeylerin insafına bıraktığın sıkışıp kalmış değişimi kaleminle birlikte eline aldığın duygusu.

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder