1 Kasım 2010 Pazartesi

ÜÇ ŞEY




Son kürek toprak da atıldığında ciğerlerimi uzun bir solukla boşalmaya bırakıp etrafa baktım. İlkbaharda bir de iris kaynar, binbir yeşile havai morlarını katar burada. Şimdiyse oluruna bırakılmış otlar, mevsim çiçekleriyle dalga dalga alçalıp yükseliyor bitki örtüsü. Aralarda içime oldum olası aydınlık bir huzur veren okaliptüsler. Yatsam uyuyamam, öyle canlı bir mezarlık.


Traktör, bir vakitler ortasında devasa bir okaliptüsün yükselip gölgesini zamanının parmakla gösterilen konağına yaydığı avludan römorkuyla birlikte çıkarken gökyüzü de açılmaya başlamıştı. Tam olarak hangi ara, bilemiyorum. Gözüm o ana dek yeryüzündeydi.


Emektar kırmızı traktör iki kanatlı mavi demir kapıdan homurtularla girdi. Ardı sıra da beyazı kirlenmiş römork. Daha da kirli yeşil harflerle yazılı Morg ve Cenaze Yıkama Aracı ibaresine takıldı gözüm. Lastikler çakılları hışırdatırken römorktan gıcırtılar yükseliyordu.


Dedemin diktiği devleşmiş okaliptüsü çok yaprak döküyor diye amcam kestirmiş: Bu alemde ya da öte aleme göçmüş dokuz kardeşten köyde, baba ocağında kalmış sonuncusu. Dedemin o çocukken yaptırdığı konakla birlikte büyümüş, çoğalmış, yaşayıp yaşatmış, görmüş geçirmişler. İnişe de birlikte geçmiş, bel vermiş, onarılamayacak kadar yıpranmış, çöküşe iç içe ilerlemişler.

Son adımı ilk atan amcamın bedenini merdivenlerden indirdi çocukları, torunları. Evi, avluyu dolduran sessiz kalabalık açılıp yol verdi. Römorkun kapı yerine geçen kalın kirli muşamba kanatları açıldı, soğutucunun kapağı, cenaze içeri sürüldü. Muşambanın kanatları kapandı. Sesler geri döndü.

Çatıya çıktım. Ötelerde, bereketli topraklar ardından yükselen Toroslar görünüyordu. Fransız işgalinden kaçışlarında hastalanan bebek yaştaki amcamı, bırakmasını söyleyen dedemi dinlemeyen babaannemin bağrına bastığı gibi götürdüğü Toroslar. 90 yıllık ömrünü ona nenemle birlikte ikinci kez bağışlamış dağlar. Kadınlar baş başa vermiş konuşuyor, gülüşüyor, ağlaşıyordu, kiminin elinde tellenen sigaralar. Duvar dibindeki kiremit yığınına takıldı bakışım. Alacalı küflerinin aralarından sıyrılan tatlı tuğla rengine, üzerlerindeki “Marsilya yapımı” baskısına..

Cem evinden beklenen dedenin geldiğini söylediler. Sarıksız, cübbesiz, beyaz gömlek, siyah pantolon, aydınlık ağırbaşlı yüzüyle genç bir dede. Römorkun etrafını aldık, o da ölene helalimizi. Beden yıkandı, yakınları bir bir muşambayı aralayıp içeri girdi, bir avuç suyunu döküp vedalaştı. Ben girmedim.

Göğü o zaman fark ettim. Açıldığını, geride kalan tek tük beyaz bulutla mavileştiğini. Hacı hocayla değil, deyişlerle uğurlanmak isteyen amcam şimdi hoşnutmuş gibi.


Birkaç saat sonra uçakta, akşam göğündeydim. Kanat ucundaki Uçan at sembolünün ötelerinde dolmak üzere olan ay, içim bir tuhaf boşlukla dolu.


“Marsilya yapımı” kiremit, bakışımla birlikte bilinçaltıma da takılmış, baba ocağından yeniden geçerken bir tane almak istedim.

“Eyvallah!” dediler. “Nenenin sinilerinden de ister misin?” Evet, hem nasıl! Açılan asırlık tahta sandıktan kalayı eskimiş bir bakır kase seçtim.

Bir de.. tespihlerinden birini belki amcamın?

Hep elindeydi, dediklerini uzattılar. İmamesiz. 17 boncuğu (gelip geçmiş kim bilir ne düşünceler, anılar, hisler eşliğinde) çevrile çevrile, tende, canda cilalanmış.


Amcamdan, onunla birlikte dolan bütün bir devirden yadigar bu üç şeyle devam ettim yoluma.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder