5 Kasım 2010 Cuma

SÜLÜK SENEM

Avluyu dolduran kalabalığı geçtim, gözüm ona takıldı. Merdivenin dibindeki dökük tahta banka tek başına çökmüş çok yaşlı kadına. Bastonunu dikleyip avuçlarını üzerinde birleştirmiş, çenesini ellerine dayamış oturuyordu öylece. Yok, öylece değil, cenaze evinde onca kalabalık içinde ölüme en yakın oymuş gibi. Alıp götürdüğünün acısıyla da değil. Ne de şaşkınlık, isyanla. Soluğundan ve uzun zamandır tanırmış gibi onu. Ta derinden. İçinden. Biçimini çoktan yitirmiş bedeninde kat kat çaput, köşede unutulan çuval gibiydi. Yine de o bilen hali.. Gidip yanına oturdum. Beklemediği şeymiş gibi döndü. Ne kadar seçebildiğini kestiremediğim kurşun rengi bulanık gözlerine baktım. Çalkantısının bir anında donmuş su gibi kırışık yüzüne. Bir şey söylemedim. Söyleyecek şeyim de yoktu. Sadece olmak. Orada onun gibi sessiz, bildiği her ne, bilen her kim ise ona öylece “dokunmak.”

Senem’miş adı. Göçüp giden kocasının üzerine kalan lakabıyla Sülük Senem. 90’a yaklaşan yaşıyla hala tarlada çapa yaparmış.

Ertesi gün, banktaki gibi yığılmışçasına tek başına oturduğu eşek arabasında giderken gördüm.

Vasiyeti varmış. Öldüğünde mezarlıktan önce tarlaya götürüp şöyle bir dolaştırmalarını istemiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder