28 Nisan 2010 Çarşamba

BAĞDAT




Kadında ne güzel ad, dedim, hikayesini de öylece öğrendim.

Annesi ikişer ikişer on iki çocuk doğurmuş. Oğlanlar hep ölmüş, kızlar kalmış.

Altıncı kızmış. Annesi yaşasın istememiş. Köyde kendi adını doğacak bir çocuğa vermek isteyen bir kadın varmış. Reddedilince madem öyle, diye ilenmiş, adım konulan çocuk ölsün!

Annesi de işte bunun için Bağdat koymuş adını.

Bağda bırakır gidermiş. Açlıktan avaz avaz ağlayan bebeği kendisi de ufak bir çocuk olan ablası sırtına vurur, emzirsin diye dört beş kilometre ötede, evlerindeki analarına götürürmüş.

Kadın, son oğlunun da küçük yaşta ölümüyle kahrından gitmiş. Yedi sekiz yaşlarındaymış Bağdat o vakitler.

Beni ablam yaşattı, sonra da büyüttü, dedi, başka birinin çok gerilerde kalmış öyküsünü anlatır gibi.

Yumuşak ahşaba büyük bir keskinin cömert darbeleriyle yontulmuşa benzeyen yüzüne vuran akşam güneşiyle tınısı birdi sesinin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder