Sonunda suhuletimi kaybettim. Neden akıllı telefon almam
gerektiğine (biraz da ısrarla) beni ikna etmeye çalışan sonuncu kişiyle sabrım
taştı.
O nedenlerin hiçbiri bende koşa koşa gidip gazozu çabucak
kaçacak pahalı bir oyuncak alma dürtüsüne dönüşemiyor işte. Dönüşememek bir
yana, durup bunlara ve çekimine kapılmış insanlara baktıkça aklımı korumak için
telefonumun aptal kalması gereğine daha çok inanıyorum.
Kimi fotograf merakımdan vurmaya çalışıyor.
“Harika resim çekiyor, anında da paylaşıyorsun.”
Fotograf makinem var. Çekmek istediğimde yanıma onu
alırım.
Kimi yönsüzlüğümden.
“GPS’i sana çok yararlı olur.”
Bu açığım sayesinde aradığımı biraz (bazen epey) dolanarak
buluyorum. Bu sırada aramadan bulduğum nice şey de teselli armağanı.
İletişim!
“Sevdiklerinle bedava konuşuyorsun. Hem görüntüleriyle.
Gruplar kuruyor, anında herkesle iletişime geçiyorsun.”
Bir zamanlar da Skype’ı böyle ısrarla dayatmıyor
muydunuz? Ona ne oldu sahi? Hâlâ bedava ve görüntülü değil mi? Akşam eve gidip
bilgisayarın başına geçerek aynı işi yapmaya da mı kısaldı sabrınız? İletişim
hızlanıp kolaylaştıkça yeniden şarj olmaya vakit bulamayan içeriğinin
yavanlaşması hiç mi dikkatinizi çekmiyor?
Daha çeşit çeşit fantezi “yarar” bunlara ekleniyor.
“Akşam eve dönerken yemek tariflerine bakıyor,
pişireceğim yemekleri seçiyorum.”
“Aklına bir şey mi takıldı, çıkar, bak.”
“Ajandası da çok iyi oluyor.”
İşin ihtiyaca araç yaratmaktan çıkıp araca ihtiyaç
yaratmaya, sonra da bunların önemine, vazgeçilmezliğine iman etmeye döndüğünün
kimse pek ayırdında görünmüyor. Ne de bedellerinin.
Telefonunun transında insanlara bakıyorum. Kısacık bir
başınalıklara tahammülü kalmamış, bağımlılıklarının dozu arttıkça yoksunluk
krizleri derinleşen zombiler gibi geliyorlar.
Tıpkı uyuşturucunun, endorfin üretimini beynin doğal işleyişinden
kendi tekeline alması gibi, telefonları da uyaran yaratma işini kendi
beyinlerinden almış. Dışarıya, çevrelerine bakıp orada gördüklerinin,
işittiklerinin, dokunup kokusunu aldıklarının uyaranlarına cevap vermek yerine uyaranların
“işlenmişiyle” besleniyorlar. Piksellenmiş, dijitalleşmiş, gıcır gıcır, altı çizili.
Renkli ama kokusuz. Sesli ama ruhsuz.
Beynin “yenilik” eğilimini alabildiğine ve körü körüne
körüklemenin tüketiciliği kimsenin umurunda görünmüyor. Bir kez bu şeride
girdin mi uyarım dozunu daha hızlı, daha çarpıcıya doğru tırmandırmaktan başka
çaren kalmayacağı. Bunun iki feci bedeli: Kendini
kamçılamak-oyalamak-eğlemekten aciz kalmak ve ağır hasar gören dikkat.
“Daha” zokasını yutmuş eleştirel zeka.
“Ama daha hızlı, daha pratik!”
Doktor, gazeteci, polis, ajan değilim, dünya
piyasalarında at koşturan bir işkadını da.
Vakit ben ona
ne buyurursam öyle daralıyor ya da bereketleniyor. Durup acelemin ne olduğunu
kendime gerçekten sorduğum an “daha hızlının” üzerimdeki sultası
kalkıyor. Özgürüm. Sabrımda, sabırsızlığımda. Adımlarımı, altlarında giderek
çılgınlaşan bir süratle dönen şeride, dayatılan bir tempoya uydurmak
zorlanımından kurtulmuş.
Kendi
zamanımı yaşamamak için HİÇBİR nedenim yok.
Ya şu “daha pratik”in gerçekte ne anlama geldiği, hiç
sorgulanmayan bedelleri?.
Allah aşkına! Bırakın, benim telefonum da aptal kalsın!