İlkbahardan bu yana birkaç gün dışında şehirden uzak
aylar oldu.
Tuhaf. İstanbul’u doğada, başka yerlerde değil,
Ankara’dayken özlüyorum. Sadece ve çok.
Ama özlemiş-özlememiş, nereden gelirsem geleyim, girdiğim
an, bir kez eriştiğim yoğunlukta kaldığı yerden beni ele geçiriyor. Ele
geçirilmeye de dünden razıyım zaten.
Arabam yok. Böyle daha rahat. Hem de şehrin sel
coşkunluğundaki akışına karışmanın rahatlatan, avutan, arındıran bir yanı var.
Kendi kafamdan çıkıp binlerce kafadan yayılan öykülere açılmanın taşları yerli
yerine oturtan bir hali.
İçinden geçtiğim, uzunlu kısalı tanık olduğum bu
hikayelere hiç bölmediğim dikkatimi verip sözlü sözsüz parçalarını topluyorum.
Dedikodulardan, kaygı, heyecan, fikirlerden (fikirden bol şey de yok)
kırpıntılar. Tavırlar. Duruşlar. Atılganlık, dalgınlık, ataklık, yılgınlık,
akış, ayak sürüme.. Şipşak fotolar bir anlık çakışlarıyla kafamdaki heybeye
atılıyor. Böyle bir şehirde ayakta kalma eğitiminden geçmiş sokak kurnazlığı,
iş bilirlik, hazır cevap, rahatlık. Ya da İstanbul acemiliğinin ürkek adımları.
Parçalara bu odaklanma arada bir de yerini, parçaların
oluşturduğu akışın toplam hissine bırakıyor. İçinde yerinden söktüğü ağaç
gövdeleri, pabuç tekleri, koca kamyonlar, parçalanmış eşya, hayvan ölüleriyle
önüne geleni kendine katan bir sel bu. Oraya buraya, takıla kurtula,
girdaplanıp düzleşe durmadan akıyor.
Gözlerimle, muhabirliğimle olduğu kadar kulaklarımla da
topluyor, biriktiriyorum.
Sesler! O dipsiz bolluk. Havanın, mevsimin, burada
hepsinden belirgini suyun, denizin, Boğaz’ın değiştiriciliğiyle biçimlenen
kıvrım büklüm, delici, okşayıcı, yorucu, avutucu nokta nokta, dalga dalga ses.
Kafamda çılgın bir kolaj giderek zenginleşiyor.
Buyur eden ben olduğumdan tüketmek yerine de enerjimi
mahmuzluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder