10 Aralık 2015 Perşembe

TELEFONUNU NASIL ALIRSIN?

Sonunda suhuletimi kaybettim. Neden akıllı telefon almam gerektiğine (biraz da ısrarla) beni ikna etmeye çalışan sonuncu kişiyle sabrım taştı.

O nedenlerin hiçbiri bende koşa koşa gidip gazozu çabucak kaçacak pahalı bir oyuncak alma dürtüsüne dönüşemiyor işte. Dönüşememek bir yana, durup bunlara ve çekimine kapılmış insanlara baktıkça aklımı korumak için telefonumun aptal kalması gereğine daha çok inanıyorum.

Kimi fotograf merakımdan vurmaya çalışıyor.

“Harika resim çekiyor, anında da paylaşıyorsun.”

Fotograf makinem var. Çekmek istediğimde yanıma onu alırım.

Kimi yönsüzlüğümden.

“GPS’i sana çok yararlı olur.”

Bu açığım sayesinde aradığımı biraz (bazen epey) dolanarak buluyorum. Bu sırada aramadan bulduğum nice şey de teselli armağanı.

İletişim!

“Sevdiklerinle bedava konuşuyorsun. Hem görüntüleriyle. Gruplar kuruyor, anında herkesle iletişime geçiyorsun.”

Bir zamanlar da Skype’ı böyle ısrarla dayatmıyor muydunuz? Ona ne oldu sahi? Hâlâ bedava ve görüntülü değil mi? Akşam eve gidip bilgisayarın başına geçerek aynı işi yapmaya da mı kısaldı sabrınız? İletişim hızlanıp kolaylaştıkça yeniden şarj olmaya vakit bulamayan içeriğinin yavanlaşması hiç mi dikkatinizi çekmiyor?

Daha çeşit çeşit fantezi “yarar” bunlara ekleniyor.

“Akşam eve dönerken yemek tariflerine bakıyor, pişireceğim yemekleri seçiyorum.”

“Aklına bir şey mi takıldı, çıkar, bak.”

“Ajandası da çok iyi oluyor.”

İşin ihtiyaca araç yaratmaktan çıkıp araca ihtiyaç yaratmaya, sonra da bunların önemine, vazgeçilmezliğine iman etmeye döndüğünün kimse pek ayırdında görünmüyor. Ne de bedellerinin.

Telefonunun transında insanlara bakıyorum. Kısacık bir başınalıklara tahammülü kalmamış, bağımlılıklarının dozu arttıkça yoksunluk krizleri derinleşen zombiler gibi geliyorlar.

Tıpkı uyuşturucunun, endorfin üretimini beynin doğal işleyişinden kendi tekeline alması gibi, telefonları da uyaran yaratma işini kendi beyinlerinden almış. Dışarıya, çevrelerine bakıp orada gördüklerinin, işittiklerinin, dokunup kokusunu aldıklarının uyaranlarına cevap vermek yerine uyaranların “işlenmişiyle” besleniyorlar. Piksellenmiş, dijitalleşmiş, gıcır gıcır, altı çizili. Renkli ama kokusuz. Sesli ama ruhsuz.

Beynin “yenilik” eğilimini alabildiğine ve körü körüne körüklemenin tüketiciliği kimsenin umurunda görünmüyor. Bir kez bu şeride girdin mi uyarım dozunu daha hızlı, daha çarpıcıya doğru tırmandırmaktan başka çaren kalmayacağı. Bunun iki feci bedeli: Kendini kamçılamak-oyalamak-eğlemekten aciz kalmak ve ağır hasar gören dikkat.

“Daha” zokasını yutmuş eleştirel zeka.

“Ama daha hızlı, daha pratik!”

Doktor, gazeteci, polis, ajan değilim, dünya piyasalarında at koşturan bir işkadını da.

Vakit ben ona ne buyurursam öyle daralıyor ya da bereketleniyor. Durup acelemin ne olduğunu kendime gerçekten sorduğum an “daha hızlının” üzerimdeki sultası kalkıyor. Özgürüm. Sabrımda, sabırsızlığımda. Adımlarımı, altlarında giderek çılgınlaşan bir süratle dönen şeride, dayatılan bir tempoya uydurmak zorlanımından kurtulmuş. 

Kendi zamanımı yaşamamak için HİÇBİR nedenim yok.

Ya şu “daha pratik”in gerçekte ne anlama geldiği, hiç sorgulanmayan bedelleri?.


Allah aşkına! Bırakın, benim telefonum da aptal kalsın!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder