20 Şubat 2014 Perşembe

YEDİ

Bekleme odası caddeye baksa da kanıksanıp işitilmeyen bir fon halindeki trafik uğultusundan sivrilen bir ses yok. Sebze doğrayıcı satıcısı tezgahını pencerelerin altında köprünün bitişiğine açmadıysa. O zaman, sattığı aleti bir hışım lahana, havuç, patateslerin üzerine salışına denk saldırgan tonu bütün sesleri bastırıyor. İlk duyuşumda her an cinayetle sonuçlanacak bir kavga sanmıştım. Pencereye koşup kaynağını gördüğümde hafif bir düş kırıklığı hissettim. Kavga olsa şöyle ya da böyle biterdi.

Herhangi bir kanalından açılmış bulduğum eski televizyonlaysa uzlaştık. Bu saatte benden başka kimsenin olmaması, benden de seyirci çıkmayışıyla okunmayan bir yazarın küskünlüğüne kapılmış gibi, göstermeye çalıştığı eski Türk filmi, evlilik programı vs’yi kesip kumlu bir fonda “sinyal yok” uyarısı vermeye başladı. Âlâ! Böylece burası benim için bir kütüphane odasına dönüştü. Defterimi açmadıysam kitabıma, onunla birlikte de yoğunlaşmanın esaslı tadına gömüldüğüm bir yer. Artık müzik bile dinlemeden kendimi bu kıvamın onarıcılığına, zenginliği, tatminine bırakıyorum. Sıkıntıdan patlamadığıma inandıramadığım doktor, başını uzatıp ilgisiyle dikkatimi aşağıdaki sebzeler gibi doğrayana kadar. Muayenehane kızına, “Şu televizyonu ayarlasanıza” diyor. “Çayı da bitmiş baksanıza, tazeleyin.” Sonra bana dönüyor, ayalarından birleştirdiği ellerine yüzünü gömerek “Sen de kitabından başını kaldırmıyorsun!” diyor.

Belli ki içe dönmenin boğuntu verdiği insanlardan. Pragmatik, becerikli, düşüncelerinde gözü pek. Arada bir babamla ilgili bir soruyla odasına gittiğimde konudan konuya geçen sohbetlerimizden zevk alıyorum. Masasının üzerindeki bir avuç kemikten (kuyruk sokumu ve bir üstündeki o üçgen parça ile birkaç omur –koyu kahverengi, gözenekli. “Orijinal mi bunlar?” Öyleymiş ama hayır, kendisi hiç mezar soymamış tabii, yok) birinin omurilik deliğine parmağımı geçirip bir yandan tespih çeker gibi çevirirken soruyorum, anlatıyor.

Yaşamın zorla uzatılmasına karşı olduğumu söylediğimde sen hiç ölen bir insan gördün mü, dedi. “Kalp öyle fişten çekilmiş gibi birden durmaz. Her şey bittikten sonra düzensiz atmaları bir süre devam eder. Beyni dürtüp uyandırmaya çalışır gibi. Beden asılır hayata. Yani yaşamdan şu oturduğun yerde teorik olarak vazgeçmeye pek benzemez bu iş.”

Parmaklarımın arasındaki kemiğin çok çalışıp (belki kadın belki erkek bir yetişkine aitmiş) işini bitirmiş bir cilalanmışlığı var. Burnuma götürüyorum, hiçbir şey kokmuyor. Umulmadık bir sessizlik kadar olağandan ayrılan kesin bir kokusuzluk. Yaşayan, kullanılan her şey hafif bile olsa bir şey kokar. Zamanla işi bitmiş bir kokusuzluk bu.

Babamın yaşam-ölüm karşısındaki cıva oynaklığıyla birbirinin yerini alan tavırları kısacık bir sürede aklımdan geçiyor.

Bir an tokgözlü (“yaşayacağım her şeyi yaşadım, her an gidebilirim”), derken kızgın, bedbin (“kendimi bir robot, maymun gibi hissediyorum; her sabah kalk, hep aynı şeyleri aynı şekilde yap, anlamı kalmamış bir hayat!”), ardından kancasını iştahla yakın-daha uzak geleceğe atıveriyor (“yeni bir ekmek kızartıcı almak gerek, bu çok eskidi,” “gelecek sene bu vakitler şu işi yaparız”).

Cevabı ondan bekler gibi gözümü kemiğe dikiyorum.

Neydi direnen, asılan, korkan, bırakamayan? Cömert bir mirasyedi gibi elinde avucundakini dağıtmaya hazır olan kim? Bu ikisinden bambaşka bir oturmuşluk, anlamışlıkla olanı görüp onunla birlikte akan peki? Şu omurilik deliğini nasıl paylaşıyorlardı?


Elimi kucağıma bırakıp kemiği çevirmeye devam ediyorum.

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder