Bekleme odası caddeye baksa da kanıksanıp işitilmeyen bir
fon halindeki trafik uğultusundan sivrilen bir ses yok. Sebze doğrayıcı satıcısı tezgahını pencerelerin altında köprünün bitişiğine açmadıysa. O zaman,
sattığı aleti bir hışım lahana, havuç, patateslerin üzerine salışına denk saldırgan
tonu bütün sesleri bastırıyor. İlk duyuşumda her an cinayetle sonuçlanacak bir
kavga sanmıştım. Pencereye koşup kaynağını gördüğümde hafif bir düş kırıklığı
hissettim. Kavga olsa şöyle ya da böyle biterdi.
Herhangi bir kanalından açılmış bulduğum eski
televizyonlaysa uzlaştık. Bu saatte benden başka kimsenin olmaması, benden de
seyirci çıkmayışıyla okunmayan bir yazarın küskünlüğüne kapılmış gibi,
göstermeye çalıştığı eski Türk filmi, evlilik programı vs’yi kesip kumlu bir
fonda “sinyal yok” uyarısı vermeye başladı. Âlâ! Böylece burası benim için bir
kütüphane odasına dönüştü. Defterimi açmadıysam kitabıma, onunla birlikte de
yoğunlaşmanın esaslı tadına gömüldüğüm bir yer. Artık müzik bile dinlemeden kendimi
bu kıvamın onarıcılığına, zenginliği, tatminine bırakıyorum. Sıkıntıdan
patlamadığıma inandıramadığım doktor, başını uzatıp ilgisiyle dikkatimi
aşağıdaki sebzeler gibi doğrayana kadar. Muayenehane kızına, “Şu televizyonu
ayarlasanıza” diyor. “Çayı da bitmiş baksanıza, tazeleyin.” Sonra bana dönüyor,
ayalarından birleştirdiği ellerine yüzünü gömerek “Sen de kitabından başını kaldırmıyorsun!”
diyor.
Belli ki içe dönmenin boğuntu verdiği insanlardan.
Pragmatik, becerikli, düşüncelerinde gözü pek. Arada bir babamla ilgili bir
soruyla odasına gittiğimde konudan konuya geçen sohbetlerimizden zevk alıyorum.
Masasının üzerindeki bir avuç kemikten (kuyruk sokumu ve bir üstündeki o üçgen
parça ile birkaç omur –koyu kahverengi, gözenekli. “Orijinal mi bunlar?”
Öyleymiş ama hayır, kendisi hiç mezar soymamış tabii, yok) birinin omurilik
deliğine parmağımı geçirip bir yandan tespih çeker gibi çevirirken soruyorum,
anlatıyor.
Yaşamın zorla uzatılmasına karşı olduğumu söylediğimde
sen hiç ölen bir insan gördün mü, dedi. “Kalp öyle fişten çekilmiş gibi birden
durmaz. Her şey bittikten sonra düzensiz atmaları bir süre devam eder. Beyni
dürtüp uyandırmaya çalışır gibi. Beden asılır hayata. Yani yaşamdan şu oturduğun yerde
teorik olarak vazgeçmeye pek benzemez bu iş.”
Parmaklarımın arasındaki kemiğin çok çalışıp (belki kadın
belki erkek bir yetişkine aitmiş) işini bitirmiş bir cilalanmışlığı var.
Burnuma götürüyorum, hiçbir şey kokmuyor. Umulmadık bir sessizlik kadar
olağandan ayrılan kesin bir kokusuzluk. Yaşayan, kullanılan her şey hafif bile
olsa bir şey kokar. Zamanla işi bitmiş bir kokusuzluk bu.
Babamın yaşam-ölüm karşısındaki cıva oynaklığıyla
birbirinin yerini alan tavırları kısacık bir sürede aklımdan geçiyor.
Bir an tokgözlü (“yaşayacağım her şeyi yaşadım, her an
gidebilirim”), derken kızgın, bedbin (“kendimi bir robot, maymun gibi hissediyorum;
her sabah kalk, hep aynı şeyleri aynı şekilde yap, anlamı kalmamış bir hayat!”),
ardından kancasını iştahla yakın-daha uzak geleceğe atıveriyor (“yeni bir ekmek
kızartıcı almak gerek, bu çok eskidi,” “gelecek sene bu vakitler şu işi yaparız”).
Cevabı ondan bekler gibi gözümü kemiğe dikiyorum.
Neydi direnen, asılan, korkan, bırakamayan? Cömert bir
mirasyedi gibi elinde avucundakini dağıtmaya hazır olan kim? Bu ikisinden
bambaşka bir oturmuşluk, anlamışlıkla olanı görüp onunla birlikte akan peki? Şu
omurilik deliğini nasıl paylaşıyorlardı?
Elimi kucağıma bırakıp kemiği çevirmeye devam ediyorum.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder