16 Şubat 2014 Pazar

ÜÇ

Ne kadar dayatacak, ne kadar sen bilirsin diyeceksin? Her ilişkide önemli ama eşit koşullarda kendiliğinden çözülen bir soru. Göz göre göre düştüğü hataların bedeli ağır olacak yaşlı (ve inatçı) bir babayla ise bir halkla ilişkiler ve iletişim alıştırmasına dönüşüyor.

Gece nezle başlangıcıyla uyandığını, boğazını viksle ovup enfiye çekerek neyse, savuşturduğunu söyledi –tarazlı bir sesle. Aklım çıktı. Korkuyla telaşın içimde yükseldiğini hissettim.

Korku ve telaş. Kapılır gidersen iletişim koparıcı bir karışım bu. Yol açtığı tıkanıklıkla öfkeye dönüşmesi an meselesi. Vitesin dişlilerini çorba ediyor. Etkisiz bir vaveyla yaratıyor. Hele karşındaki de senin kadar yatkınsa.

İçimde telaş (kendime, ona kızgınlık, korku, ne yapacağını şaşırma) bir yandan fokurdarken derin nefeslerle bununla aramı açtım. Surat kaslarımı gevşettim. Tane tane, tedavi sırasında çok kırılgan olduğunu, vücudunu korumamız gerektiğini söyledim. Evet, dedi gülerek, çıkmaya çıkmaya pamuğa dönmüşüm baksana.

Basıp havalara savrulduktan sonra sırtüstü çakıldığın muz kabuğunun iletişimdeki muadilleri (mesela yukarıdaki telaş) ile yaşadığın andan kopup gitmedikçe (durumu, karşındakini, kendini berrak göremez olmadıkça) hataları uzatmadan düzeltmek mümkün.

Palto ile ince pardösü arasında daha kalın bir pardösüde uzlaştık. Ressam (ya da topçu albayı) beresini arkasından koşturdum. Bir de işitme cihazı için gidip geldiğimde (“Ha, onu mu? Almasam da olur.” “Babaa!”) beş katı çoktan inmiş, sokak kapısındaydı.


Ankara’nın gidişi dönüşünden ayrı, şimdi bir de gösteri yürüyüşleriyle kesilip duran yollarına koyulduk.

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder