Çay ister miyim diye sormuyorlar artık. Kalem, defter ve
kitabımı çıkarıp ipod’u kuşandıktan az sonra karanfilli çayım geliyor.
Babadan oğla geçen bir muayenehane burası. Olduğu gibi
bırakılan mobilyası benimle yaşıt olabilir. Koyu renk lambri kaplamalarıyla
bekleme odasına hastaların getirmiş olacağı her telden nesne serpiştirilmiş.
Yine de insana steril, modern bekleme odalarından daha yakın geliyor. Yaşlı bir
akrabanın zamanda donmuş evini ziyaret gibi. Oğul doktor kendi kişiliğinin
damgasını vurmak istememiş. Bir baba-çocuk ilişkisi daha işte. Önlüğü hâlâ
sırtında burada gördüğüm babayı mı gözetmek? Uzlaşılmış alışkanlık? Yoksa
bilinçli bir akıntının tersine yüzme seçimi mi? Parlatılmış imajı bırak, güveni
işimin kendisinde bul.
Hem ne fark eder?
Alice Munro bir hikayesinde ne diyor:
“Pencerelere bir dostun oturma odasından kalma ağır
perdeler asılmıştı. İçki maşrapası ve pirinç at koşumu süslemesi desenliydiler
ve Jinny’ye sorulursa çok çirkindiler. Ama insan hayatında bir noktaya
gelindiğinde çirkinle güzelin aşağı yukarı aynı amaca hizmet ettiğini, bakılan
herhangi bir şeyin gemlenemeyen bedensel duyularla zihnin bölük pörçük
parçalarının asılacağı bir kanca olduğunu artık biliyordu.”
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder