18 Şubat 2014 Salı

BEŞ

Çay ister miyim diye sormuyorlar artık. Kalem, defter ve kitabımı çıkarıp ipod’u kuşandıktan az sonra karanfilli çayım geliyor.

Babadan oğla geçen bir muayenehane burası. Olduğu gibi bırakılan mobilyası benimle yaşıt olabilir. Koyu renk lambri kaplamalarıyla bekleme odasına hastaların getirmiş olacağı her telden nesne serpiştirilmiş. Yine de insana steril, modern bekleme odalarından daha yakın geliyor. Yaşlı bir akrabanın zamanda donmuş evini ziyaret gibi. Oğul doktor kendi kişiliğinin damgasını vurmak istememiş. Bir baba-çocuk ilişkisi daha işte. Önlüğü hâlâ sırtında burada gördüğüm babayı mı gözetmek? Uzlaşılmış alışkanlık? Yoksa bilinçli bir akıntının tersine yüzme seçimi mi? Parlatılmış imajı bırak, güveni işimin kendisinde bul.

Hem ne fark eder?

Alice Munro bir hikayesinde ne diyor:


“Pencerelere bir dostun oturma odasından kalma ağır perdeler asılmıştı. İçki maşrapası ve pirinç at koşumu süslemesi desenliydiler ve Jinny’ye sorulursa çok çirkindiler. Ama insan hayatında bir noktaya gelindiğinde çirkinle güzelin aşağı yukarı aynı amaca hizmet ettiğini, bakılan herhangi bir şeyin gemlenemeyen bedensel duyularla zihnin bölük pörçük parçalarının asılacağı bir kanca olduğunu artık biliyordu.”

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder