Yumuşak bir kararlılıkla, “Cuma günü tedaviyi kesin
olarak bırakıyorum” dedi babam.
Peki, dedim aynı yumuşaklıkla, sen bilirsin.
Lunaparkı hatırladım.
*
Geçen hafta yedi kocaman insan Gençlik Parkına gittik.
Dönme dolap, sakince yükselip etrafa bakınmak benim için
hoş ve yeterli bir lunapark özetiydi. Sabahın o saati daha hepsi açılmamış
rengarenk aletler arasında dolanmak, yüzüm gözüme bulaştırarak pamuk helva
tırtıklamak (elbette!), arkadaşlarımla olmak.
Çarpışan arabaları istediler. Günlerim fizik tedaviyle
geçerken bunun bende tek uyandırdığı, doktorun masasındaki fıtık maketinin
duygusu oldu. Omurlarımı kenarda tutup arkadaşlarımın neşesini, yüzlerindeki
çocuksu ışıltıyı uzaktan seyrettim.
“Şimdi neye binelim?”
İnsanın içini dışına çıkaran aletler söz konusu
olmayacağı (bunda hemfikirdik), diğerleri de pek sıkıcı kalacağına göre bana
kalırsa yapacağımızı yapmıştık. Sesimi çıkarmadım.
Üzerinde Hawaii Swing yazılı bir tanenin önündeydik. Orta
boy bir atlıkarınca gibi duruyordu. Atlar, başka hayvanlar yerine arka arkaya
vagonlar. Zemini de düz değil, eğimli ve hafifçe dalgalıydı. Henüz müziği bile
açılmamıştı. Aralarında bir de mühendis olan yedi kocaman insan, duruşuna
baktık, zararsız olduğuna karar verdik. Biletlerimizi alıp arka arkaya oturduk.
Müzikle birlikte şalteri indirilen o şey hışımla ileri
atıldı. Şoku enine boyuna yaşayamadan hızı birkaç saniyede doruğuna ulaştı. İki
yana eğile büküle gidiyor, dönüyorduk. Neye uğradığını şaşıran beynim bedenimle
birlikte allak bullak, DUR! BİTSİN! diye haykırıyor, ona hiç aldırmadan süren
cinnetin gücü altında paniğe doğru savruluyordu. İnsanların bu aletlerde neden
çığlık attıklarını kendim atarken anladım. Paniği, dehşeti içinde tutarsan
dağılırsın. İki ucu açık düz bir boru ol. Atla çığlığına, o korkuyu yangın
hortumu gibi önüne katar akıtırken sen de bırak her şeyi, borudan, kendinden uç
git!
Böylece hiç kesilmeyen tiz bir çığlığa dönüştüm. Aklını
kaçırmanın nasıl bir şey olduğunu kıl payı anlayabileceğim bir haldeydim. Ve
dengeyi iyi kötü ve süper dinamik nasıl koruyabileceğimi.
Neden sonra yavaşladık, yavaşladık. Ama.. durmadık. Yeni
bir hışımla geriye atıldık. Bu daha da beterdi. Çığlığım tizlikten çıkıp
hayvani bir pesliğe tırmandı. Aklım ve içim de. Birkaç tur sonra yeniden
yavaşlayıp saat yönünde son bir dönüşe geçtiğimizde beynim de kumanda odasına
dönmüş, arşivden işe yarayacak bilgi çıkarıyordu.
“Tek bir noktaya odaklan. Algını dağılmaya bırakma!”
Gözümü önümdeki vagonu tutan iri, paslı perçine diktim.
“Güzel. Orda kal.”
Sesim kesildi. Varoluşun sırrı ondaymış gibi perçine
perçinlendim. Çığlıkla aynı işi görüyordu. Daha bile iyisini. Düşünebilmeye
başladım. Sözcüklerle ve bastığın zeminin hiçbir yere gitmediği zamanlardaki gibi
değil de, tek bir imgenin müthiş bir hacim kazanıp bunu birden içine boca
ettiği rüyaların o dolaysız bilme anlarındaki gibi.
Deşifre edecek olursam, işte bu, diyordu önümdeki perçin.
Ve duyduğum boğuntunun dengini uyandıracak durumların üst
üste binen saydam hayallerini canlandırdı. Kendimin ya da bir yakınımın can
çekişmesi. Ağır bir travma. Sürüp giden bir bunalım..
“Savruluşları ehlileştirmeye çalışmakla soluk tüketme. Ne
de insafa gelmelerini um. Fırtınanın gözünü bul. Orada kal.”
.
Ne de güzel anlatmışsın sedacığımtoksoy... :)
YanıtlaSil