27 Şubat 2014 Perşembe

ON ÜÇ

Yumuşak bir kararlılıkla, “Cuma günü tedaviyi kesin olarak bırakıyorum” dedi babam.

Peki, dedim aynı yumuşaklıkla, sen bilirsin.

Lunaparkı hatırladım.

*

Geçen hafta yedi kocaman insan Gençlik Parkına gittik.

Dönme dolap, sakince yükselip etrafa bakınmak benim için hoş ve yeterli bir lunapark özetiydi. Sabahın o saati daha hepsi açılmamış rengarenk aletler arasında dolanmak, yüzüm gözüme bulaştırarak pamuk helva tırtıklamak (elbette!), arkadaşlarımla olmak.

Çarpışan arabaları istediler. Günlerim fizik tedaviyle geçerken bunun bende tek uyandırdığı, doktorun masasındaki fıtık maketinin duygusu oldu. Omurlarımı kenarda tutup arkadaşlarımın neşesini, yüzlerindeki çocuksu ışıltıyı uzaktan seyrettim.

“Şimdi neye binelim?”

İnsanın içini dışına çıkaran aletler söz konusu olmayacağı (bunda hemfikirdik), diğerleri de pek sıkıcı kalacağına göre bana kalırsa yapacağımızı yapmıştık. Sesimi çıkarmadım.

Üzerinde Hawaii Swing yazılı bir tanenin önündeydik. Orta boy bir atlıkarınca gibi duruyordu. Atlar, başka hayvanlar yerine arka arkaya vagonlar. Zemini de düz değil, eğimli ve hafifçe dalgalıydı. Henüz müziği bile açılmamıştı. Aralarında bir de mühendis olan yedi kocaman insan, duruşuna baktık, zararsız olduğuna karar verdik. Biletlerimizi alıp arka arkaya oturduk.

Müzikle birlikte şalteri indirilen o şey hışımla ileri atıldı. Şoku enine boyuna yaşayamadan hızı birkaç saniyede doruğuna ulaştı. İki yana eğile büküle gidiyor, dönüyorduk. Neye uğradığını şaşıran beynim bedenimle birlikte allak bullak, DUR! BİTSİN! diye haykırıyor, ona hiç aldırmadan süren cinnetin gücü altında paniğe doğru savruluyordu. İnsanların bu aletlerde neden çığlık attıklarını kendim atarken anladım. Paniği, dehşeti içinde tutarsan dağılırsın. İki ucu açık düz bir boru ol. Atla çığlığına, o korkuyu yangın hortumu gibi önüne katar akıtırken sen de bırak her şeyi, borudan, kendinden uç git!

Böylece hiç kesilmeyen tiz bir çığlığa dönüştüm. Aklını kaçırmanın nasıl bir şey olduğunu kıl payı anlayabileceğim bir haldeydim. Ve dengeyi iyi kötü ve süper dinamik nasıl koruyabileceğimi.

Neden sonra yavaşladık, yavaşladık. Ama.. durmadık. Yeni bir hışımla geriye atıldık. Bu daha da beterdi. Çığlığım tizlikten çıkıp hayvani bir pesliğe tırmandı. Aklım ve içim de. Birkaç tur sonra yeniden yavaşlayıp saat yönünde son bir dönüşe geçtiğimizde beynim de kumanda odasına dönmüş, arşivden işe yarayacak bilgi çıkarıyordu.

“Tek bir noktaya odaklan. Algını dağılmaya bırakma!”

Gözümü önümdeki vagonu tutan iri, paslı perçine diktim.

“Güzel. Orda kal.”                  
                
Sesim kesildi. Varoluşun sırrı ondaymış gibi perçine perçinlendim. Çığlıkla aynı işi görüyordu. Daha bile iyisini. Düşünebilmeye başladım. Sözcüklerle ve bastığın zeminin hiçbir yere gitmediği zamanlardaki gibi değil de, tek bir imgenin müthiş bir hacim kazanıp bunu birden içine boca ettiği rüyaların o dolaysız bilme anlarındaki gibi.

Deşifre edecek olursam, işte bu, diyordu önümdeki perçin.

Ve duyduğum boğuntunun dengini uyandıracak durumların üst üste binen saydam hayallerini canlandırdı. Kendimin ya da bir yakınımın can çekişmesi. Ağır bir travma. Sürüp giden bir bunalım..


“Savruluşları ehlileştirmeye çalışmakla soluk tüketme. Ne de insafa gelmelerini um. Fırtınanın gözünü bul. Orada kal.”

.

1 yorum: