22 Şubat 2020 Cumartesi

GEL GÖZÜM, SENİ GEZMEYE GÖTÜREYİM -2


Doğum günüme bayram çocuğu gibi uyandım. Heyecanı uykumda başlamış, fazla derin uyumamıştım zaten. Karlı dağ ile göz göze ama gözüm çokça da karşı duvardaki dev ekranda sesi kapatılmış müzik kanalı Dream’de akan birbirinden uçuk, psikedelik videolara kayarak kahvaltı ettim. (Eh, görsel uyaranlara bu kadar yüklenilirse gelinecek nokta da bu olacaktı. Anlamsız bir “daha daha!” zorlaması ve küntleşme.)

Çıktım. Navigasyon sağ olsun, kafamda kalan Fethiye ile neresi ne, hiç çıkaramazmışım. (Normalde çıkarabilirmişim gibi.) Balık pazarı etrafında toplanmış ufak bir yerleşim hatırlıyorum. Her yer gibi dallanıp budaklanmış, yayılmış. Yat limanının arkasında, yeşil yamaçlarla kıyı arasında hoş sayfiye evleri var ama derken göz biraz ötede o güzelim kayalıklara tıklım tıkış tırmanmış apartmanlara çarpıyor. Kendilerinden önce levhaları rekabete tutuşmuş dükkanlar, yazıhaneler dolusu sokaklardan kıvrıldım.




Telmessos’un kaya mezarları 4-5 km ötedeydi. Yamaçta. Ne yer! Şehre, denize, karşı kıyılara, karlı zirveye tepeden bakış. Soyulmuş, harap edilmiş soylu (elbette!) mezarlarının cephelerinden geri kalan hâlâ etkileyici. Öte alem ile beriki burada yanak yanağa. Kalıcı’nın belki biraz daha uzun soluklu geçici olduğunu birbirlerine fısıldar gibiler, başka da bir şey olmadığını.

Geçici-kalıcı. Güncel olaylar vd. İçimi yokladığım an içime sığmaz oluyor bugün. Doğum günüm. Gezi davası kısmi/geçici beraatlarla sonuçlanmış. Arayanlar ihtiyatlı bir iyimserlik ile kronik kötümserlik arasında bocalamaktan kendilerini alıp “Boş ver, iyi ki doğdun!” diyorlardı.

Evet! İyi ki doğduk. Başımızı “iç-dış koşullar” yorumlarımızdan, gündelik (öyle olduğu için de gerçekliği su götürmez hale gelmiş) olandan alıp da şu aslolana, hayata uyanamıyoruz. Doğum günü benim için bunun bahanesi. Ön planla arka planın, yüzey ile dibin yer değiştirip yerli yerine oturduğu bir aralık. Enerji hattına çıplak elle, kaygılarından soyunan yürekle dokunmak. Dalga dalga coşku.

Sonu gelmez tamir çalışmalarıyla kazılmış alt sokağın toprağı, çamurunda, bitişikteki köy evlerinin aralarında eşelenen tavukların, horozların sesi mezarların sessizliğiyle şehrin buraya yükselen uğultusuna karışıyordu.

Amintas’ın mezarına tırmanmadım. Gücümü başka tırmanışlara bıraktım. Onun yerine hafızamdaki mezar, lahit kabartmalarına, taşa oyulmuş methiyelere, burada gerçekleştirilmiş abartılı hayallere dokundum. Şu taş, etten ne kadar daha güvenilir, değil mi? Değilmiş işte, dönüp bunları yağmalayan “et” düşünülürse. Ne varsa şu anda varmış.



Vurdum Kayaköy’e. Mübadele ile birlikte boşalan hayalet Rum köyüne. Eteklerine kebapçı, kahve vs açılmış ama sit alanına dokunulmamış.



Serindi ama pırıl pırıl bir gün. Güneş ve tırmanış ısıtır deyip ceketimi almadım. Çiğ, aralarından otların fışkırdığı yuvarlak sırtlı taşları, kaplamasını üzerinden atmak ister gibi kabara çöke dalgalanmış zemini kayganlaştırıyordu. Aman, bastığın yere dikkat et, bu konuda sabıkalısın, üstelik şimdi boynunda iki, cebindekiyle birlikte üç kamerayla dolaşıyorsun, uçma bir yerlerden aşağı!




Yamaç boyu, çatı hizasında iskeleti kalmış, aşağıdaki güzelim ovaya, karşıda karlı Nif (?) zirvesine kafatasının göz çukurlarından bakar gibi baka kalmış evler. Bir iki baca, incelikli işi seçilen kemer, şurada bir ocak, burada kuyu. Tırmandım. Pencerelerden, kapılardan ağaçların bu mevsim çıplak dalları fışkırmış. Duvarları patlatmış kökler. Bugün ilk cemre düşmüş, beride baharlar açmış. Ovaya, aşağıdaki kiliseye, komşu evlere hizasına geldiğim ya da teleobjektifi getirdiğim hayalet pencerelerden baktım. Aşağıdan yükselen elektrikli testere ile köy seslerini terk edip gitmiş Levissi seslerini hayal ettim. Dumanı tüten ocaklarda pişenleri, akıp giden hayatı. Tırmandıkça önüme yeni açılar seriliyordu. Sıvalarda hayali kalmış renkleri seçtim. Umulmadık bir kızıl, mavi, lavanta, sarı. Uçuk. Bastığım yerdeki canlı sarı, turuncu küf benekleri onları yankılıyordu. Ve sarılı morlu tek tük narin çiçek ile papatyalar. Tepenin hemen altına kadar çıktım. Gözüm köyde, kulağım kutlamak için arayanlarda, güneşi, havayı içime çektim.




Dönerken Arapça konuşan genç bir turist çifte rastladım, başka kimse yoktu. Onlar da şöyle bir çıkıp indiler.

Murat’ın önerdiği, Louis de Berniere’in buradan esinlenmiş Birds without wings’ini indirdim. Su şişesini başıma dikip devam ettim.



Kaya mezarları ile Kayaköy’ün ardından sezonluk ölümünü yaşayan Ölüdeniz. Kovboy kasabasını andıran sokaklar dolusu kapalı pansiyon, yeme içme yeri, dükkanı geçip bir uçtan Ölüdeniz lagününe kadar uzayıp giden ak çakıllı kumsala indim. Ta ilerde mayolu bir çift vardı, sonra ben, öbür uçta da 3-5 kişi. Güneşin alnında koca yerin insan mevcudu ve ona gözlerini dikmeye devam eden yeşil tepeler.

Kumlara gömülüp çakıllara çıka yürüdüm. Hayalet barakalar geçip lagüne ulaşan patikaya döndüm. Çamların arasından kıyıya geldim. Su ağaçların yansımasıyla yeşildi. İlerideki çekiç seslerine karışan bir pop müzik ortalığı inletiyordu. Buranın et et üzerindeki anıları canlandı. Reçine kokulu eritici sıcağı hatırladım. Suyun yüzeyini ağır bir katarakt gibi kaplayan güneş kremi tabakasını. Neyse, artık teknelerin girişine izin yokmuş.



Ya hep ya hiç. Şimdiyse oturup bir bardak çay içecek açık yer yoktu. Arabaya dönüp güzelim virajlardan kıvrılarak diğer tarafa, Kelebekler Vadisine uzandım. Daracık dönemeçler kayalık derin uçurumları izleyerek tırmandıkça tırmanıyor. Dikkat kesildikçe yoğunlaşan bir hayranlık duyuyordum. “Olağanüstü! Bir yığın para harcayıp uzaklara gitmeye ne gerek, şuraların dip bucak keşfi ömre yeter.”

Derme çatma lokantaları, bir iki pansiyonuyla kış uykusuna yatmış uçurum kıyısındaki Farilya’ya kadar çıktım.

Patara’ya giderim diyordum ama birden yorgunluk çöktü. Geri dönüp otelden tavsiye ettikleri Yengeç Restorana girdim. Günün şerefine biralı da bir yemek yiyince odamın yolunu anca buldum. Topu topu 60-70 km yapmıştım ama onca viraj ile inip çıkma bunu birkaç katına çıkarmış. Derin bir uykuya yuvarlandım.

Akşamüzeri benden umudunu kesmemiş Pınar’a gittim. Antalya Konyaaltı’nı hatırlatan upuzun bir kordon boyunca şehrin öbür ucundan içlere. İnanılır gibi değil, dedim, ne kadar büyümüş burası. Güldü, “Eh, buraları da çocukluğumda tarlaydı.”

Güneş batarken şehrin merkezinde kızının işlettiği Kukina’ya gittik. Ancak milyonluk bir şehirde yadırganmayacak bir ölçekte yapılmış iddialı alışveriş merkezinin yanından geçerken ağzım açık kaldı. Bu da ne?! Ne yaparsın diye omuzlarını silkti. “Tek sinema da burada ama ve ben sinemaya gitmeye bayılırım.”

“Eskiden açık hava sineması var mıydı?”

“Olmaz mı? O zamandan beri severim zaten.”

Arabaya birkaç sokak ötede yer bulabilip indik. “Gel seni balık pazarından geçireyim de geçmişi hatırla.” Çepeçevre balık tezgahlarının ortasında meyhaneler sofralarını açık havaya kurmuş, hayli de doldurmuştu. Sayfiye yanının ölgünlüğüne inat canlı bir şehir hayatı. Türkiye’nin en zengin ilçesi deniyormuş Fethiye için. Şaşırmam.

Tepesi ters çevrilmiş renkli şemsiyelerle kaplı Cumhuriyet Sokağına döndük. Kukina’ya girip avlusuna çıktık. Hafta içi erken bir vakit ama şimdiden arı kovanı gibi işlemekteydi. Bir uçta barı, sevimli, kentli müşterisiyle de gencecik bir mekan.

“Yer ayırtmış mıydın?!”

“Tabii.”

Allahtan.

Kızı Meryem yanımıza geldi. İrade ve adanmışlık ışıyan genç bir kadın. Şef dışında çalışanlar da kadın. Siparişimizi verip söyleşmeye devam ettik.

Tez aşamasında bıraktığı doktorasını aftan yararlanıp tamamlarsa Pınar sonradan master, doktora yapan, ikinci branşını okuyan dördüncü arkadaşım olacak. “Bu yaşta mı?!” yapay engeline aldırmayan az insan değil. Şevk verici.

Masalar dolup boşalıyordu. Yabancılar da vardı.

“Burada da çoklar mı?”

Evet. Üç bin aile olduğu söyleniyormuş.

Eli ve gözünü mekandan ayırmayan Meryem’i izledikçe Kukina’nın farklı bir yer olduğunu görmeye başladım. Pınar’ın laf arasında söyledikleriyle de biçimlenen bir başkalık.

“Sobanın yanında oturan adamı görüyor musun? Her akşam gelir. Yemeğini yer, çayını içer, müziği dinler, gider. Hiç konuşmaz. Para almazlar ondan.”

“Şu kız da burada takılır. Zengin bir ailenin çocuğu. Para almadan çalışır, yardım eder.”

Arkadaşlarımın yatağını bulmuş ırmak gibi akan çocuklarını görmek beni mutlu ediyor.

Şansıma canlı müzik akşamıymış. Bir gitar-ses ikilisi geldi. Kalburun beklenmedik ölçüde üstü bir müzik başladı. Doğum günüm olduğunu telefonlardan öğrenen Pınar iki taşın aralığı bir kutlama doğaçladı. Ne oluyor demeye kalmadan mumlu, maytaplı pasta dilimi geldi, doğum günü şarkısının da farklı akort yürüyüşleriyle hoş bir çeşitlemesi.

Keyifle çıktık. Orası da biraz hareketli barlar sokağından, tek tük kalmış (ama nasıl da albenili) Rum evi etrafından geçtik.



“Gelecek sefer sende kalırım. Patara’ya, çevredeki diğer kazılara birlikte gideriz. Bir arkeologla dolaşmak başka olur.”

Bu zaten onun önerisiydi ama bu kez böyle oldu.

Sağ olasın Pınar. Ne güzel bir final oldu seninle.

*
Nasıl da bir hava durumu aralığına denk gelmişim. Ertesi gün asık suratlıydı.

Dönüş yoluna koyuldum. Göçebe ruhum gıdasını almış, birlikte olduklarımla yüreğim ısınmış, çıkınım izlenimler dolu, Felix’i mahmuzladım.



Yolda Stratonikeia’ya uğradım. Köyü geçip kalıntılara yürüdüm. Başlayan yağmurda şemsiyenin altından ışık ayarını gölgeye getirdiğim kamerayla sepyamsı fotoğraflarını çektim.



Günün duygusuna çok uydu.

*

Fotograflar:

Kayaköy


Fethiye yolculuğu


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder