28 Haziran 2012 Perşembe

KOBRA’NIN BİN, SEDA’NIN BİR GÜNÜ

Çünkü öyle işte, yaz gediklerden içime doluyor, içi dışı bir edip ışığı, sıcağı, hafifliğiyle beni kavak tohumu gibi uçuculaştırıyor.

Yeşili gürül gürül bahçeden tırmanıp Kobra sergisine, müzeye girdiğimde cebimde sabahın daha o saatinden yığınla fotograf vardı. Mavi gökte parçalı beyaz bulutlar. Rengarenk ortancalar. Kauçuk ağacının altında uyuyan kadın heykelinin gölgeli mermeri. Selamlamadan hiç geçmediğim fıstık çamlarının modern dansçı dalları.. Gözüm nede kaldıysa.

İşte size tam yazlık bir sergi, dedi yüzü artık birlikte zaman geçirmekten hoşlanılan bir arkadaşınki gibi gelen Nazan Ölçer. Şapkasından bu sefer çıkaracağını keyifle bekleyerek not defterimi açtım.

“Şimdiye dek pek çok başarılı iş yaptık ama bu defaki kadar eğlendiğimiz hiç olmadı. İş elbette ağırdı –her sergi hazırlığı yoğun bir çalışmadır. Ama öyle güle oynaya çalıştık ki bize çok hafif geldi.”

E, bunlar Kobra grubu. Savaş sonrası kurulu (kırıklı demek gerek aslında ya) düzene de kurumsallaşmış sanata da kazan kaldırdıkları gibi ipini koparıp her şeyin başlangıcına, dizginlenmemiş ham coşkuya geri dönenler. Sanat hazdır, özgürlüktür, şöyle dolu dolu dışa vurmaktır demişler. Ateşlerini fanteziler, rüyalar, kabile sanatı, bolca da cazla körükleyip sarılmışlar tuvale, kağıda, kumaş, seramik, metale, o resim senin, bu duvar bezemesi benim, üç yıl (yaklaşık bin gün eder, serginin adı buradan) boyunca şenliklerini dört bir yanda estirmişler.

İkinci Dünya Savaşının hemen ardından, iflasın sembolü ne varsa kökten budayıp insanın en canlı olduğu döneme dönerek günlerini gün etmişler.

Ömürleri kısa, etkileri uzun süreli olmuş. Pek çok akıma kıvılcımı sıçramış.

“Rembrandt ve Çağdaşları sergisi kaldırılırken Kobra sergisinin sandıkları içeri giriyordu. 15 günde düzenlemeyi tamamladık.”

Rembrandt sergisinin (o fokur fokur kaynatılan erik pestili yoğunluğunda loşluğun, mesafenin, serinliğin) ardından cazı, renkleri, muzip kıvraklığıyla Kobra içeri daldığı gibi ışığı da boca etmiş. (SSM’de mekan ne kadar organik. Sergilenenleri barındırmakla kalmıyor, her seferinde onlarla birlikte değişerek parçaları haline geliyor.)

Kendi hikayemin başka bir perde, başka bir enstrümandan çalınışı gibiydi.

Kıştan yaza, damarları tıkamaya başlamış yoğunluktan hafifliğe, loşluklardan ışığa.

Kasmaktan akışa.

Kauçuğun altındaki mermer kadının yanından inerken omzumun üstünden geriye bir bakış atıp topuklarımı birbirine çarptım:

“Sen hala uyuyor musun??”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder