5 Mayıs 2012 Cumartesi

İNŞAAT BİLMECESİ

Güneydeki yerin cennetsi sakin zamanı. Hava ve canlanan bitkilerle renkler ısınmaya başlamış. Henüz ürkek bir yeniden diriliş. Sesler de ona göre ve insansız..

.. 50 metre ötedeki inşaat hariç!

Kabası bitmiş. Kürelenen çimento ve mala, arada çekiç seslerini bir süre sonra horozlar, koyunlar ve çanları, dalgalar, arap bülbülleri, çıkıveren rüzgarınkine katabildim. Kulağımda sesler kilimine aykırı bir uyum sağladılar. Akşamüzerleri, güneş alçaldığında işçilerden birinin bağrından yükselen, ışık kadar yanık türküler de öyle.

Ama haykırarak konuşmaları!

Yıkıp perdemi eğliyor viran. Düşüncelere, kitabıma, doğaya, hiçliğe daldığım yerde üzerime balyoz gibi iniyor. Akışımı kesiyor. Akışın parçası olmuş, ayrı bir şey olarak algılamadığım kendimin farkındalığını en kötü halinde geri getiriyor: Tüyleri diken diken, kızmış, akışı sürdürmeye nafile çalışırken savunma ve saldırganlık arasında bölünmüş. Bebek yanağına üç günlük kaba sakal sürtülür gibi.

Küçük açmazım da burada başlıyor.

Ayaklarımı uzattığım yerden onlara daha sessiz olmalarını rica etmek-bağırmak-haykırmak, bilmezden gelinemeyecek bir rahatsızlık kaynağı olmalarına rağmen olur şey görünmüyor. Onların kaba, ham, gerekli ve gürültülü gerçekliğinde itirazımın hiçbir geçerliği yok. Kitap okumuyor, gündüz düşleri görmüyorlar; inşaat yapıyorlar, sahici bir iş!

Bu iki gerçeklikten benimki sıcak-uzun bir duşun ardından banyodaki buhar gibi. Soyut, uçucu, elle tutulmaz. Oradan yükselecek bir ses, bir itiraz, tuğla duvarlar ve onlara erkekçe (şarkılı türkülü, bol küfürlü, avaz avaz) çimento küreyen, mala çalan güç-irade kadar tartışmasızca somut bir aleme (“gerçek dünyaya”) saçmalaşmadan nasıl ulaşır da bir anlam ifade edebilir?

Sonuçta benim gibilerin, herhalde en fazla “osuruktan tayyare” diyecekleri işlevsiz havailiklere dalabildiği dünyayı elleri, kaba kuvvetleri, bu kuvvetin gümbürtüleriyle kuran ONLAR değil mi?

Böylece gerçek ama geçersiz bir ıstırapla geri çekiliyor, susuyorum.

*

Bilmece orada kalmıyor ama.

Bir gerçekliği ötekine iletememek bu işin sonu olmamalı.

Dünyamın onlarınki yanında geçerli/anlamlı olmaması, tümden öyle olması demek değil. (Oysa bu kolay düşülür bir tuzak; çoğunluğa, öne çıkana, baskın olana aykırı, ilintisiz kalan iç/dış bir gerçekliği hepten yok bilme, yok etme eğilimi.) Sesini duyuramayacak, iradesini baskın kılamayacak olsam da sadece rahatsızlığıyla bile onun da orada olduğunu bağıran bir hakikat var. Benimki. Onu geçerlik hiyerarşisinde anlamlı bir yere oturtamamamı (işte burada güçlü filozof kaslarım olsun isterdim) var olduğu olgusundan ayrı tutmalıyım. “Gereğini” bir şekilde yerine getirip olabildiğince barış içinde yaşayabileceği, serpilebileceği alanı açmalı.

Bunun da ilk adımı, gerçeklikler çatışmasını bir irade sorunu olmaktan çıkarmak olmalı.

Sorunu ya kendininkini kabul ettir-ya ezil olarak görmemek. (Başka bir kolay tuzak.)

Gerçekliğimin baskın gerçeklikle karşı karşıya getirildiğinde soluk-cılız durması, onun kendi içimdeki canlılığına, gücüne halel getirmemeli.

Ne de aykırılığı utanç-suçluluk kaynağı olmaya bırakılmalı.

Böyle bir bilinçle fiziksel ve ruhsal olarak “uzaklaşmak” artık kaçmak-saklanmak olmaz.

Gerçekliğimin nispi geçerliğini BENİM İÇİN mutlak olan geçerliğinden ayırmayı bilirim. Bilmecenin başlangıcındakinden bambaşka bir düzlemde eşitliği (var olma “haklarındaki” eşitliği) sağlamış olurum.

“Hangisi ‘daha’ gerçek-geçerli?” sorusunu aşar, kendi yoluma giderim.

*

Durup odaklanmak, sapı samandan ayırmaya başlamak sıkıntımı büyük ölçüde azalttı. İşçilerin (bu arada mucizevi bir şekilde kısılan!) seslerine gülümsemeye başladım.

Anlamaya çalışmak, aktif bir şekilde odaklanmak, hissedişimin dizginlerini ellerime verdi. Başlangıçtaki kızgınlığımın altında bir de çaresizlik ve iyiliğimin onların insafına kaldığı hissi olduğunu da böylece fark ettim.

Havanda su dövme, kontrol edebildiğine odaklan diyen Stoacılara selam olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder