27 Temmuz 2022 Çarşamba

MERHABA BAHÇE!

Yan komşu her yerde. Dün elimde hortum ve bir musluk adaptörü, bunları birbirine geçirmek için olmadığım gibi olan (becerikli ve kuvvetli) bir erkek komşu bakınırken komşu hanımı arka balkonunda mangal tutuştururken gördüm. (Mangal yapan bir kadın ütü yapan bir erkek kadar alışılmadık.) Verin ben bir deneyeyim dedi ve zorlanmadan taktı.

Artık kullanabileceğim bir hortum ile yeni, heyecan verici bir fasıl açıldı. Verandayı yıkadım. Mazılara, yaprak dökmeye başlayan begonvile, yaprakları suyunu kaybetmiş manav ağacına su verdim.

Ama hepsinin ötesinde kendi ilişkisizliğimi sular gibi canlandığımı, tazelendiğimi hissettim. Komşunun varlığı kendi başına bir mahcubiyet ve şevk karışımı uyandırarak harekete geçirdi. Örnek olarak yol göstermek, en çok da böyle bir niyet güdülmediğinde etkili oluyor. İyicil yüzüyle komşu, bir kendi bahçesine bir bizimkine bakıp sessizce kınayacak, burun kıvıracak olsa kabuğumun daha da derinlerine çekilecekken sadece kendi işine bakması heveslendirdi.

Sabahın körü ilk iş naneleri suladım. (Pek sefil görünüyorlar. Komşu görünüme aldırmamamı söyledi ama bunlardan bir şey çıkarsa Lazarus’tan geri kalmayan bir mucize olacak.) Makası alıp bahçeye girdim. Portakala dadanan asmayı budarken uygulamalı bir okul gezisindeki ilkokul öğrencisi kadar heyecan duydum.

Bakmak ve dokunmak ne farklı. Gözlerinle, fikrinle dokunmak ile ele almak. Asmanın vantuz gibi işleyen o kıvırcık uzantılarının (adlarını bilmiyorum) ne kadar güçlü olduğunu kestiğim dalları aşağı çekmeye çalışırken fark ettim. (O an kafamda buna dair metaforlar bile oluşamayacak kadar kendimi yaptığıma vermiştim. Kafam susmuş, ellerim işliyordu.) Sararmaya yüz tutmuş yaprakların ele gelişini. Tam o sıra başlayan haftalık sisleme sulamayla kokusu değişen kızıl toprağa basışın engebeli yumuşaklığını. Epey bir öbeği yolun kenarına yığmıştım ki bahçıvan İbrahim’i görüp çağırdım.

“Şu otlar nasıl temizlenir?” diye sordum okuma bilmeyen bir yetişkinin utancıyla. (Oğuz Atay’ın elimdeki Tehlikeyi Beklerken hikayesinin kahramanı topraktan kopmuş –“gecekondusunun bahçesine elma fidanı diken hamal, pencere kenarlarını çiçekle dolduran fukaralar” kadar olamayan- gideceği güya aydınlığa da varamamış bir yersiz, köksüz, kopuk. Yan komşunun da etkisiyle bu halinde kendimi görmek hayli asap bozucuydu.)

Eğilip yolmaya başladı.

“A, bu kadar mı?!”

Ben de giriştim.

“Sulandıktan sonra daha rahat gelirler.”

Uçtaki, Japon güllerini boğanlara (ötekilerden farklı, lepiska saçlar gibi ve çok sıkı bunlar) el attım. Kımıldamadılar bile.

“Öyle çıkmaz onlar, kazmak gerek.”

Oğuz Atay’ın öyküsünde kahraman, toprağa yakın olma fantezisiyle bahçeli bir ev tutuyor ama eli hiç gitmiyor oraya. Her yanı bürüyenin ayrıkotu olduğunu da bitişikteki işçilerden öğreniyor. Ne direşken olduklarını. Kenetlenen kökleriyle toprağı nasıl güçten düşürdüklerini.

“Ayrıkotu mu bunlar?”

“Aynen.”

“Peki o zaman, sonbaharda çapalatıp söktürürüz.”

“Aynen.”

İbrahim’in de öteyi beriyi üstten budamasıyla yakışıklı bir berduş gibi görünen bahçenin suratı parlamadan ortaya çıktı.

Günaydın bahçe! Pedikürden sonra rahatlamış bir ayak gibi oldu mu? Umarım benim kadar ferahlamışındır.

Çamura bulanan elimi ayağımı yıkamadan incire uğrayıp kendim ve komşular için bir kucak dolusu meyve kopardım.

Sunduğun meyveler bile manavdakiler kadar uzakken nasıl da damağımda canlandı bak şimdi.

Toprağına sağlık!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder