18 Eylül 2015 Cuma

DO

Babamın birkaç yıl önce istediği blok flüt öylece durduğu yerde birden dikkatimi çekti.

Öğrenme üzerine düşünüyordum.

Öğrendiklerimi. Dil, duyma, bakma-görme, fotograf..

Ama asıl öğrenme süreci.

Oradan buradan ufak, acemi, güvensiz adımlarla başlangıcı.

Karşımda tekparça, kapalı duran konuya daracık bir kanaldan nüfuz etme çabalarını. Dar boyunlu bir balonu şişirmeye çalışmak gibi. Elim-gözüm-zihnim işledikçe çabanın derlenip toparlanmaya, kanalın esnemeye başlamasını. Kazandığım ivmeyi. Derken bir gün balonun şiştikçe şişmeye kendiliğinden açılıverdiğini fark etme zevkini. Öğrendiğim her ne ise teklemekten akışa geçtiğini hissetmenin o müthiş enginliğini..

Yeniden çocuk sahibi olmak isteyen biri gibi bütün o süreci bir kez daha yaşamayı arzuladım. Blok flüt işte o zaman terk edilmiş bir nesne olmaktan çıktı. Çarptığı gözümle canlandı.

Silifke’de, İstanbul’daki Galip Dede caddesindekileri aratmayan ışıl ışıl müzik aletleri dükkanına girdim. Bir köşede Yamaha dijital piyano, telli sazlar, vitrindeki vurmalılar.. Ferah, iç açan bir mekan. Aydınlık yüzlü sahibine blok flüt dersi de veriyor musunuz dedim. Veriyormuş. Geçen haftaydı. İlk dersi bugüne kararlaştırdık.

Hocam, Çağatay, İstanbul’dan göçme. Bankacılığı bıraktığı gibi baştan beri gönlünde olan müziğe burada dönmüş.

Rahat, doğal bir iletişim kuruyor. Öğrenmekten zevk alan biri gibi de öğretiyor. Ürkütmeden, açık seçik, basit.

Blok flüt, kendiliğinden seçeceğim bir saz değil aslında. Elişi gibi angarya bilinip geçiştirilen okul derslerini fazlasıyla çağrıştırıyor. Sesi de aman aman değil. (Bana kalsa içim klarnete giderdi.) Çağatay’ın piyano üzerinde gösterdiği gibi yelpazesi de dar. Bir küsur oktav. Ama albeniden yoksun bu sınırlı hali tuhaf bir biçimde kışkırtıcı da.

Al sana güdükçe bir alet; gör bakalım onunla nasıl bir ilişki kuracak, can üfleyeceksin! Çünkü sonuçta ilginç olan neye değil, ne üflediğin. İki çakılı birbirine vurarak da insanı alıp götüren bir yol açabilirsin. Peşinde olduğun da öyle bir yol.

Ama o nice sonranın işi. Önce, bebek adımlarıyla başlayacak öğrenme süreci.

*
Duvar kadar sağır babam, flütü, kafasındaki sesleri (“Bazen fabrika gümbürtüleri, çınlamalar, uğultular ama bazen de ilahi şeyler, olağanüstü melodiler!.") belki bunda bulur, dışa vururum diyerek istemişti. İkiletmedim.

O zamanlar baharda yazlığa bırakıyor, sonbaharda da gelip alıyordum. O sefer geldiğimde flüt öylece duruyordu. "Ha o mu", dedi, "alacağımı aldım, işim bitti." Çeşitli ses deneylerine yeterince tanık oluyorum; bunun nasıl olduğunu hayal etmek istemediğimden kurcalamadım. Flüt de mavi kılıfı içinde bir köşede kaldı.

*
Silifke dönüşü çantamdan çıkarmış, fırdolayı bir esintide titreşen mum alevi gibi sarsak bir gam inip çıkıyordum.

Kavalla ilgili çok acı bir anım vardır, dedi babam.


“Köyde bir çoban vardı. Upuzun, metalden yapılma da bir kavalı. Çok güzel çalardı. Çocuktum. Kıskandım herhalde. Bir gün bir hamlede kapıp hırsla büktüm, yere çaldım. Kullanılmaz hale geldi. Adam yaralı bir hayvan gibi eline aldı.. Ağladı. O an pişman oldum. Ne zaman hatırlasam içim yanar, hâlâ azap duyarım. Herhalde kıskanmıştım, bilmiyorum.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder