Kan gövdeyi götürüyor.
Dalga dalga şiddet, fiziksel uzaklığa bakmadan soluk
aldırmıyor. Göğsümde kahverengi, balçık kıvamında bir ağırlık, zihnime de çöküp
bakışımı daraltıyor. Düşünceler kesik kesik, saplantılı. Duygulardan sıkıntının adını koyuyorum, kaygının kramp gibi saplandığı anlar dışında yeknesak, boğucu bir
sıkıntı.
Bilmediğim neler var? Bilsem bakışımı nasıl değiştirecek
neler? Ne biliyorum? Klişeler, güya “haberler,” propaganda, hiçbir şey
açıklamayan, sadece ezberi pekiştiren hep aynı terane dışında ne?
Durduğu yerde patinaj yapan kafa ve yüreğin baskısı
dayanılmaz olduğunda bana gereken açıklık diyorum. Neyin ne olduğunu dışımda olmuyorsa
içimde ayırt etmek. Analiz değil, değerlendirmek, yargılamak değil. Ümüğüme
çöken öbeği bileşenlerine ayırıp önüme sermek. Görmek.
Bir tür balgam sökmek.
Keder, kaygı, korku katışıksızken bile taşıması zor bir
yoğunluğa varabilirken, buna zihnin ilave ettikleriyle iyice ket vurucu hale
geliyor.
İki taşın aralığı zihnimin bir de bu işi yaşama adabı
uydurduğunu fark ediyorum mesela.
Uçlardaki duygudurumda insanın karşıt ucu (sevinirken
acıyı, üzülürken sevinmeyi) görmeye tahammülü olmuyor. Uyum kapasitesi
açısından anlaşılır bir şey. Orada kalsa. Kalmıyor. Adap el kitapçığı devreye
girerek onun gereğine uymayan, aykırı davrananı önce yadırgıyor, sonra düpedüz
kınıyor. Doğuda can pazarı yaşanırken kedi-köpek, yeme-içme, selfie de selfie
muhabbetini sürdürmek de ne! Oysa ne yapacağımı bilememekten doğan kızgınlığım
bu “FB densizlerine” yönelmeden durup bir baksam, tepkimin yersizliğine
uyanacağım: Bir yanım istediği kadar herkesin sadece benim kadar, benim gibi
sıkıntı çekmesini dilesin, insan öyle işlemiyor. Bırak el alemi, ben kendim
öyle işlemiyorum. Zihnim, dikkatim oradan oraya atlıyor. FB dediğin de onun bir
aynasından ibaret. Ama sanki durumun vahameti benden baştan sona karalar
bağlamamı bekliyor.
Bir şeyler yapma, yaşanana bir açıklama, anlam, kavranacak kulp bularak gerilimi giderme baskısı ağır.
Yapacak şey bulamadığında meylettiğin suçluluk da öyle.
Ve dipten dibe, kendimi ayıramadığım insanlar cehennemi yaşarken tuzu kuru
olmanın utancı.
Ama hayat akılda kesilip biçildiği gibi yaşanmıyor. Aklım
kamanıp kalmışken içimde, etrafımda olanca gücüyle sürüyor. Dingin, renkli,
çalkantılı. Zihnin hayat bu! diyerek başka
her şeyi dışarıda bırakıp kafamı gömdüğü balçıktan çok daha engin, çok daha
derin.
İnsanlardan kopmayayım diyerek, doğalca gelen duyguları,
acı, keder ve kaygıyı böyle bir zoraki imbikten geçirip çetrefilleştirirken bu
kez şimdi-buradaki hayattan koptuğumu fark ediyorum.
Bu ölgünlüğün kime ne yararı oluyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder