7 Eylül 2015 Pazartesi

DAĞLICA

Kan gövdeyi götürüyor.



Dalga dalga şiddet, fiziksel uzaklığa bakmadan soluk aldırmıyor. Göğsümde kahverengi, balçık kıvamında bir ağırlık, zihnime de çöküp bakışımı daraltıyor. Düşünceler kesik kesik, saplantılı. Duygulardan sıkıntının adını koyuyorum, kaygının kramp gibi saplandığı anlar dışında yeknesak, boğucu bir sıkıntı.

Bilmediğim neler var? Bilsem bakışımı nasıl değiştirecek neler? Ne biliyorum? Klişeler, güya “haberler,” propaganda, hiçbir şey açıklamayan, sadece ezberi pekiştiren hep aynı terane dışında ne?

Durduğu yerde patinaj yapan kafa ve yüreğin baskısı dayanılmaz olduğunda bana gereken açıklık diyorum. Neyin ne olduğunu dışımda olmuyorsa içimde ayırt etmek. Analiz değil, değerlendirmek, yargılamak değil. Ümüğüme çöken öbeği bileşenlerine ayırıp önüme sermek. Görmek.

Bir tür balgam sökmek.

Keder, kaygı, korku katışıksızken bile taşıması zor bir yoğunluğa varabilirken, buna zihnin ilave ettikleriyle iyice ket vurucu hale geliyor.

İki taşın aralığı zihnimin bir de bu işi yaşama adabı uydurduğunu fark ediyorum mesela.

Uçlardaki duygudurumda insanın karşıt ucu (sevinirken acıyı, üzülürken sevinmeyi) görmeye tahammülü olmuyor. Uyum kapasitesi açısından anlaşılır bir şey. Orada kalsa. Kalmıyor. Adap el kitapçığı devreye girerek onun gereğine uymayan, aykırı davrananı önce yadırgıyor, sonra düpedüz kınıyor. Doğuda can pazarı yaşanırken kedi-köpek, yeme-içme, selfie de selfie muhabbetini sürdürmek de ne! Oysa ne yapacağımı bilememekten doğan kızgınlığım bu “FB densizlerine” yönelmeden durup bir baksam, tepkimin yersizliğine uyanacağım: Bir yanım istediği kadar herkesin sadece benim kadar, benim gibi sıkıntı çekmesini dilesin, insan öyle işlemiyor. Bırak el alemi, ben kendim öyle işlemiyorum. Zihnim, dikkatim oradan oraya atlıyor. FB dediğin de onun bir aynasından ibaret. Ama sanki durumun vahameti benden baştan sona karalar bağlamamı bekliyor.

Bir şeyler yapma, yaşanana bir açıklama, anlam, kavranacak kulp bularak gerilimi giderme baskısı ağır.

Yapacak şey bulamadığında meylettiğin suçluluk da öyle. Ve dipten dibe, kendimi ayıramadığım insanlar cehennemi yaşarken tuzu kuru olmanın utancı.

Ama hayat akılda kesilip biçildiği gibi yaşanmıyor. Aklım kamanıp kalmışken içimde, etrafımda olanca gücüyle sürüyor. Dingin, renkli, çalkantılı. Zihnin hayat bu! diyerek başka her şeyi dışarıda bırakıp kafamı gömdüğü balçıktan çok daha engin, çok daha derin.

İnsanlardan kopmayayım diyerek, doğalca gelen duyguları, acı, keder ve kaygıyı böyle bir zoraki imbikten geçirip çetrefilleştirirken bu kez şimdi-buradaki hayattan koptuğumu fark ediyorum.


Bu ölgünlüğün kime ne yararı oluyor?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder