Bu kez kapıda bir Nissan Sunny var. Kontrol paneline de
meditasyon pozunda seramik bir Buda yapıştırılmış. Beni Kandy’den Ella’ya
götürecek olan, otuzlarının başında, çok koyu renkli bir genç. Sangeeth. “Hint
ismi değil mi bu?” Evet, ama kendisi Sinhala imiş.
(Ada halkını oluşturan bu iki etnik grubu, çoğunluktaki
Budist Sinhala ile Hindu azınlık Tamilleri ayırt etmeyi öğrenemedim. Benim için
tenlerinin koyuluğu da, fizyonomileri de kafa karıştıracak kadar çeşitli, hepsi
birden alışılmadık bir kitle. Aralarında dönüp bir daha bakacağım kadar alımlı
pek azını gördüm. Bir tabla içinde sonuna dek yanmış çeşitli uzunluk ve
kalınlıkta kavruk kibrit çöplerini andırıyorlar. Bir haftada alabildiğim bütün
yol, ifadelerini okumada başta isli bir sis gibi gözüme perde çeken koyuluklarının
engel olmaktan çıkması oldu. En kolayını yapıyor, doğrudan gözlerine
bakıyorum.)
Programınızı şoförünüzü tutmadan kesinleştirmemek en
iyisi. Sadece haritaya bakarak doğru bir fikir edinilemiyor. Belirleyici olan
yol durumu, onu da en iyi şoförler biliyor.
Daha Kandy’den çıkmadan programım adamakıllı değişti.
Altı saatlik gece yarısı tırmanışının beni aştığına
çoktan karar vermiştim. (Toprak yol olsa neyse ama bir de düzensiz olduğu
söylenen yüzlerce basamak..) Yolu iki katına çıkaracak Adem Tepesinden
vazgeçtim. (Çehov’a göre dünyayı görmüş olmayacağım ama ne yapalım.) Rotayı
Nuwara Eliya üzerinden gidecek şekilde çevirdik.
Sangeeth de bu işi doğru dürüst yapanlardan. Deneyimli,
doğru mesafeyi koruyor. Aksanı şimdiye kadar en rahat anladığım.
Kandy’ye geldiğim gibi çıktım. Virajlardan. Kısa bir süre
sonra yol, derin vadileri kaplayan çay plantasyonlarının arasından
kıvrımlanmaya başladı. Rotschild mülkü tabelalı bir yerde durup içlere yürüdük.
Yeşili ışıklı, yaprakları taze kokulu çaylar arasında. En kaliteli Seylan çayı
en üstteki yapraklardan (onda da işlendiğinde beş kilodan elde bir kilo kalacak
şekilde) çıkarmış. En pahalısı (orange pekoe), her bir fidanın en tepesindeki
küçük, altın yaprak denen tek bir yapraktan. Bay Lipton’un ruhu şad olsun, ne
diyeyim.
Yeşil, yamaçlarda tırmandığı yere kadar çay tonunda
yayılıyor, daha yükseklerdeki dev ağaçlarla birlikte koyulaşarak pus perdesine
karışıyordu. Tepelerin arasında onlarca metreden dimdik inen şelaleler, onlara
yataklık eden masif kayalıklar, vadi tabanlarında pirinç tarlaları, muz
plantasyonları. Sık sık, filmlerde gördüğüm, gerisini de hayal ettiğim Vietnam,
Hindiçin aklıma geldi. Öylesine cengelleşmiş bir yeşil.
Virajları giderek sıklaşarak yükselen yolda tuktuklar
yine de eksik değildi. Araç geçmek bura alışkanlıklarıyla bile imkansız hale
gelmiş, hızımız çoğu yerde 20-30 kilometreye düşerek ilerledik. Ama nasıl bir
manzara içinden!
180 kilometrelik yolun ortasına, Nuwara Eliya’ya saatler
sonra ulaştık.
Nurlar şehri anlamına gelen Eliya, koloni geçmişinin
bugüne karıştığı hoş bir yerleşim. 1200 metre irtifayla platonun en yüksek
noktasında. Yamaçlarda bizim Toros yaylalarını andıran evler, rengarenk,
alelusul, hepsi başka telden. Yanı başlarında golf, kriket sahaları, hipodrom.
Büyücek taşra çarşılarından az ötede parklar içinde Hollanda, İngiliz mimarisi
taş oteller, banka, karakol binaları. Bu yeni yıl kutlaması ne zaman bitecek?
Trafik durmuş, sokaklar adam almıyor, tekne yarışlarıyla bir panayırın sürdüğü
göl ve kıyısı da.
Araçlara, bol cipe bakıp “Zengini çok mu buranın?” diye
sordum. “Hem de nasıl! Pek çok büyük şirketin merkezi burada.”
Kuzeydeki kırsal kesimden bambaşka bir hava esiyor.
8’de yola çıkıp öğleden sonra 3’te Ella’ya vardık. Dağlar
arasında küçük bir yer. Ama konumu, manzarasıyla doğada şöyle aktif bir
inzivaya çekilmek isteyenlere öneriliyordu. Bol trekking parkuru ve.. bakın şu
işe, bana bir teselli ödülü gibi gelen Küçük Adem Tepesi ile.
Epey bir mesele olan oda bulmayı Sharon’un Yerinde Faiesz
bey sonu gelmez telefon konuşmaları ve yalvar yakar ile sadece ilk gece için
çözmüştü. Zion View diye (benim yine adına tav olarak seçtiğim) bir yerde.
İki yönlü ama bir arabadan sonra tek yayaya yer kalmayan
bir yolda (yanlarından geçerken çalılara gerilettiğimiz iki talihsizden biliyorum)
keçi gibi tırmanarak hedefe vardığımızda görüntüyle soluğum kesildi. Derin bir
vadinin öte yanından yükselen Ella Tepesi ile ötelerde, iyice kapayan havada
başkalarının belirsizleşen siluetleri.
Bavulumun kilidini bozmayı henüz başarmıştım ki sıkı bir yağmur
başladı. Mevlam neylerse güzel eyler. Aldırmadım. Burnumu çıkaramayacak olsam
bile sırf şu yol, kat etmeye değerdi. Yarım saat sonra, tamam, kabul sınavını
geçtin dercesine kesildi.
Büyüğünü atladık, vuralım bakalım şu Küçük Adem Tepesine.
Kasabaya (köye?) inip arka tarafındaki tepeye çıkmaya
başladık. Annesi yaşında olduğum Sangeeth’ten çok daha iyiydim. Yeniden
çiselemeye başlayan yağmurdan kameraları korumak için başımdan geçirdiğim
plastik panço altında Fin hamamında ölmeye bırakılmış doksanlık bir ihtiyar
gibi terlemekteydim gerçi ama nefesime diyecek yoktu. Tam, asıl tepeyi de
yapabilirmişim derken basamaklar, onlarla birlikte de canım çıkmaya başladı.
Kimi ayağımın yarısı kadar kısa kimi ötekilerin üç katı yüksekliğinde,
müteahhidini merak ettiğim, hiç ara vermeden devam eden çimento basamaklar.
Boynumdan eksik etmediğim bandanam daha fazla ter çekmez olmuş, plastik
yağmurluk altında tüterken. İşte, dedi, şimdi benden az hallice olan Sangeeth,
Adem Tepesi bunun yüz katı! Ne iyi. Bulutlar bir kez daha açıldı, çiselti
kesildi, ışık, o yağmur arası nüans zenginliğiyle yaklaşan günbatımının
tatlılığına büründü. Belki ölürdüm ama artık bu tepeye çıkacaktım.
Dar bir sırtta, iki yanımızda vadiler, tepelerle
hareketli bir görüntü akışının ortasındaydık. Plastik yağmurluğu çıkarıp son
yirmi beş tanrı cezası basamağa hamle ettim. Ufak, doğal bir platform olan
zirvede küçük ama zafer olan finalde kalan soluğumu koyverdim.
Ta aşağılarda, öbür gün güneye, okyanusa doğru koyulacağımız
yol kıvrımlanıyordu. (”Sadece 25 kilometresi. Sonrası düz.”)
Panoramik çekimi gözlerimle yapıp döndüm. Bir daha
döndüm.
Değermiş!
Şimdiye kadar ilgilenmediğim Ayurveda masajı önerisi bir
de Sangeeth’ten geldiğinde peki dedim. Belimin bir tarafı tutuk, bedenimin
hissi burulmuş kalın halat gibi, iyi gelebilir. Salonlardan birinden yarına
randevu aldık.
Oda rezervasyonu yaparken de şoförlerin fikrini sormalı.
Ella’da ikinci gece için Sangeeth bir arkadaşının iki odalı pansiyonuna götürdü. Yeri de
insanları da gözüm çok tuttu. Tamam, o kutsal kitap illüstrasyonu olacak
manzarasından yoksun ama Zion View’un yarı fiyatından daha azına.
Aşçı yeni yıl iznindeymiş, akşam yemeği maalesef dediler otele
döndüğümde. “Bana bir karışık omlet yapamaz mısınız? Açlıktan ölmekten kurtarırdınız..”
O olur deyip getirdikleri omletin başında, gök karaltısından biraz daha koyu taş
karaltısı anca seçilen tepeden geriye yıldızlar, cırcırböcekleri, ünlü trenin sesi
kalmış terasta oturmuş yazıyorum.
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder