1 Mayıs 2013 Çarşamba

ELLA


Bu kez kapıda bir Nissan Sunny var. Kontrol paneline de meditasyon pozunda seramik bir Buda yapıştırılmış. Beni Kandy’den Ella’ya götürecek olan, otuzlarının başında, çok koyu renkli bir genç. Sangeeth. “Hint ismi değil mi bu?” Evet, ama kendisi Sinhala imiş.

(Ada halkını oluşturan bu iki etnik grubu, çoğunluktaki Budist Sinhala ile Hindu azınlık Tamilleri ayırt etmeyi öğrenemedim. Benim için tenlerinin koyuluğu da, fizyonomileri de kafa karıştıracak kadar çeşitli, hepsi birden alışılmadık bir kitle. Aralarında dönüp bir daha bakacağım kadar alımlı pek azını gördüm. Bir tabla içinde sonuna dek yanmış çeşitli uzunluk ve kalınlıkta kavruk kibrit çöplerini andırıyorlar. Bir haftada alabildiğim bütün yol, ifadelerini okumada başta isli bir sis gibi gözüme perde çeken koyuluklarının engel olmaktan çıkması oldu. En kolayını yapıyor, doğrudan gözlerine bakıyorum.)

Programınızı şoförünüzü tutmadan kesinleştirmemek en iyisi. Sadece haritaya bakarak doğru bir fikir edinilemiyor. Belirleyici olan yol durumu, onu da en iyi şoförler biliyor.

Daha Kandy’den çıkmadan programım adamakıllı değişti.

Altı saatlik gece yarısı tırmanışının beni aştığına çoktan karar vermiştim. (Toprak yol olsa neyse ama bir de düzensiz olduğu söylenen yüzlerce basamak..) Yolu iki katına çıkaracak Adem Tepesinden vazgeçtim. (Çehov’a göre dünyayı görmüş olmayacağım ama ne yapalım.) Rotayı Nuwara Eliya üzerinden gidecek şekilde çevirdik.

Sangeeth de bu işi doğru dürüst yapanlardan. Deneyimli, doğru mesafeyi koruyor. Aksanı şimdiye kadar en rahat anladığım.



Kandy’ye geldiğim gibi çıktım. Virajlardan. Kısa bir süre sonra yol, derin vadileri kaplayan çay plantasyonlarının arasından kıvrımlanmaya başladı. Rotschild mülkü tabelalı bir yerde durup içlere yürüdük. Yeşili ışıklı, yaprakları taze kokulu çaylar arasında. En kaliteli Seylan çayı en üstteki yapraklardan (onda da işlendiğinde beş kilodan elde bir kilo kalacak şekilde) çıkarmış. En pahalısı (orange pekoe), her bir fidanın en tepesindeki küçük, altın yaprak denen tek bir yapraktan. Bay Lipton’un ruhu şad olsun, ne diyeyim.



Yeşil, yamaçlarda tırmandığı yere kadar çay tonunda yayılıyor, daha yükseklerdeki dev ağaçlarla birlikte koyulaşarak pus perdesine karışıyordu. Tepelerin arasında onlarca metreden dimdik inen şelaleler, onlara yataklık eden masif kayalıklar, vadi tabanlarında pirinç tarlaları, muz plantasyonları. Sık sık, filmlerde gördüğüm, gerisini de hayal ettiğim Vietnam, Hindiçin aklıma geldi. Öylesine cengelleşmiş bir yeşil.



Virajları giderek sıklaşarak yükselen yolda tuktuklar yine de eksik değildi. Araç geçmek bura alışkanlıklarıyla bile imkansız hale gelmiş, hızımız çoğu yerde 20-30 kilometreye düşerek ilerledik. Ama nasıl bir manzara içinden!

180 kilometrelik yolun ortasına, Nuwara Eliya’ya saatler sonra ulaştık.

Nurlar şehri anlamına gelen Eliya, koloni geçmişinin bugüne karıştığı hoş bir yerleşim. 1200 metre irtifayla platonun en yüksek noktasında. Yamaçlarda bizim Toros yaylalarını andıran evler, rengarenk, alelusul, hepsi başka telden. Yanı başlarında golf, kriket sahaları, hipodrom. Büyücek taşra çarşılarından az ötede parklar içinde Hollanda, İngiliz mimarisi taş oteller, banka, karakol binaları. Bu yeni yıl kutlaması ne zaman bitecek? Trafik durmuş, sokaklar adam almıyor, tekne yarışlarıyla bir panayırın sürdüğü göl ve kıyısı da.

Araçlara, bol cipe bakıp “Zengini çok mu buranın?” diye sordum. “Hem de nasıl! Pek çok büyük şirketin merkezi burada.”



Kuzeydeki kırsal kesimden bambaşka bir hava esiyor.

8’de yola çıkıp öğleden sonra 3’te Ella’ya vardık. Dağlar arasında küçük bir yer. Ama konumu, manzarasıyla doğada şöyle aktif bir inzivaya çekilmek isteyenlere öneriliyordu. Bol trekking parkuru ve.. bakın şu işe, bana bir teselli ödülü gibi gelen Küçük Adem Tepesi ile.

Epey bir mesele olan oda bulmayı Sharon’un Yerinde Faiesz bey sonu gelmez telefon konuşmaları ve yalvar yakar ile sadece ilk gece için çözmüştü. Zion View diye (benim yine adına tav olarak seçtiğim) bir yerde.

İki yönlü ama bir arabadan sonra tek yayaya yer kalmayan bir yolda (yanlarından geçerken çalılara gerilettiğimiz iki talihsizden biliyorum) keçi gibi tırmanarak hedefe vardığımızda görüntüyle soluğum kesildi. Derin bir vadinin öte yanından yükselen Ella Tepesi ile ötelerde, iyice kapayan havada başkalarının belirsizleşen siluetleri.



Bavulumun kilidini bozmayı henüz başarmıştım ki sıkı bir yağmur başladı. Mevlam neylerse güzel eyler. Aldırmadım. Burnumu çıkaramayacak olsam bile sırf şu yol, kat etmeye değerdi. Yarım saat sonra, tamam, kabul sınavını geçtin dercesine kesildi.

Büyüğünü atladık, vuralım bakalım şu Küçük Adem Tepesine.

Kasabaya (köye?) inip arka tarafındaki tepeye çıkmaya başladık. Annesi yaşında olduğum Sangeeth’ten çok daha iyiydim. Yeniden çiselemeye başlayan yağmurdan kameraları korumak için başımdan geçirdiğim plastik panço altında Fin hamamında ölmeye bırakılmış doksanlık bir ihtiyar gibi terlemekteydim gerçi ama nefesime diyecek yoktu. Tam, asıl tepeyi de yapabilirmişim derken basamaklar, onlarla birlikte de canım çıkmaya başladı. Kimi ayağımın yarısı kadar kısa kimi ötekilerin üç katı yüksekliğinde, müteahhidini merak ettiğim, hiç ara vermeden devam eden çimento basamaklar. Boynumdan eksik etmediğim bandanam daha fazla ter çekmez olmuş, plastik yağmurluk altında tüterken. İşte, dedi, şimdi benden az hallice olan Sangeeth, Adem Tepesi bunun yüz katı! Ne iyi. Bulutlar bir kez daha açıldı, çiselti kesildi, ışık, o yağmur arası nüans zenginliğiyle yaklaşan günbatımının tatlılığına büründü. Belki ölürdüm ama artık bu tepeye çıkacaktım.

Dar bir sırtta, iki yanımızda vadiler, tepelerle hareketli bir görüntü akışının ortasındaydık. Plastik yağmurluğu çıkarıp son yirmi beş tanrı cezası basamağa hamle ettim. Ufak, doğal bir platform olan zirvede küçük ama zafer olan finalde kalan soluğumu koyverdim.

Ta aşağılarda, öbür gün güneye, okyanusa doğru koyulacağımız yol kıvrımlanıyordu. (”Sadece 25 kilometresi. Sonrası düz.”)



Panoramik çekimi gözlerimle yapıp döndüm. Bir daha döndüm.

Değermiş!

Şimdiye kadar ilgilenmediğim Ayurveda masajı önerisi bir de Sangeeth’ten geldiğinde peki dedim. Belimin bir tarafı tutuk, bedenimin hissi burulmuş kalın halat gibi, iyi gelebilir. Salonlardan birinden yarına randevu aldık.

Oda rezervasyonu yaparken de şoförlerin fikrini sormalı. Ella’da ikinci gece için Sangeeth bir arkadaşının iki odalı pansiyonuna götürdü. Yeri de insanları da gözüm çok tuttu. Tamam, o kutsal kitap illüstrasyonu olacak manzarasından yoksun ama Zion View’un yarı fiyatından daha azına.

Aşçı yeni yıl iznindeymiş, akşam yemeği maalesef dediler otele döndüğümde. “Bana bir karışık omlet yapamaz mısınız? Açlıktan ölmekten kurtarırdınız..” O olur deyip getirdikleri omletin başında, gök karaltısından biraz daha koyu taş karaltısı anca seçilen tepeden geriye yıldızlar, cırcırböcekleri, ünlü trenin sesi kalmış terasta oturmuş yazıyorum.

(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder