30 Nisan 2013 Salı

TOPLUMSAL HAYVAN


Akşam, bahçeye kurulan masalardan birine oturdum. Boyu on metreyi aşmış, üst dallarındaki meyvelerin maymunlara bırakıldığı avokado ağacının tam altında. Gün boyu tuktukuyla turist gezdiren, kalan zamanda da pansiyonda servise yardım eden çalışkan Weerakoon seğirterek cam bir kavanozdaki ispermeçet mumunu yaktı. Tanrılar şu mum ile kellemi, düştü düşecek olgun avokadolar ve düşmeyeni de koparıp atıverecek oyuncu maymunlardan korusun dedim.




Arkama yaslanıp hiç aceleye getirilmeyen çorba servisini (bol baharatlı güzel bir sebze çorbası) beklerken topluluk içinde yalnız başına ve başkalarıyla birlikte oturma arasındaki farkı düşünüp gözlemledim. Birileriyle olmanın, en derine işlemiş toplumsal hayvanlık statümüze doğru yerden dokunarak nasıl bir güven ve rahatlık verdiğini. 

Benim dışımda tek yalnız oturan, başka yerde kalıp buraya yemeğe gelmiş bir kadındı. İçerideki masasının başında Lonely Planet’ini açmış, gömülmüş. İnsanların koruyucu kuşatıcılığından yoksunsan bir şeylerle meşgul olmak, hiç değilse öyle görünmek de iş gören bir kılıf dedim. Çiftlerin ya da bir grupla birlikte olanların işi en kolayıydı. Toplumsal hayvanlığın gereği kendiliğinden yerine getiriliyor, geriye ikinci ürkütücü şeyi doldurmak kalıyordu: Nereye çıkacağı hiç belli olmayan, onun için de tehdit olarak algılanan “boşluk.” Hemen hamle edip meşguliyet (ya da kisvesi) ile doldurulmazsa kontrolden çıkacak sessizlik. Eh, konuşma bunun için var.

Hiçbir şey yapmadan oturan bedenimi dinledim. Yüzüm rahattı. Geri kalandaysa belki dışarıdan ancak dikkatli bir gözlemcinin fark edeceği bir tetiktelik hali. Devreyi tam kesmeyen bir düğmenin elektrik göndermeye devam ettiği bir cihazdaki eşik altı gerilim.

Topluluk önünde konuşmanın uyandırdığı korku, bakışları üzerine toplamayla ilgiliymiş. Bunun, vahşi hayvanlar arasında kalan ilk insanlara uzanan, genlere işlemiş anısı.

Topluluk arasında tek başına oturmak da belki daha hafif ama aynı noktaya dokunmuyor mu?

Bu arkaik kaydın üzerine binen sosyal anlamlandırmaları da hesaba katmalı. Yalnızlığı marjinalleştiren normları.



Ama ne kadar yoğun görülse de bu baskı ancak, yalnız insan onu içselleştirdiğinde etkili oluyor. Dingin, varlığı içinde merkezlenmiş, boşlukla, sessizlikle derdi olmak şöyle dursun, beslenen bir zihin için bir başına olmak kendini eşit algılamak demek. Meydan okumadan, eziklik ya da üstünlük hissetmeden genlerimiz ve toplumsal kodların dayatıcılığının ötesine geçmek.

Öylece oturup bunları düşünürken bu ikisi arasında olduğumu hissettim. Yüzüm rahatlığıyla eşitlik bilincine usulca dokunuşu, hafif elektrikli bedenim ise tersine gittiğim güçlü dayatmaları yansıtıyordu.

Faiesz beyin Almanya’dan tatile gelen kardeşi ile Alman karısının size katılabilir miyiz deyişiyle statüm bir anda değişti. Ağzım kulaklarımda, “Memnun olurum, buyurun” dedim.

Kardeş, kırk yıl önce bir meçhule atılarak talihini gurbette aramaya karar vermiş. Hindistan’a geçip Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye’yi otobüs, tren, otostopla aşarak Almanya’ya varmış, kalmış. Bir ay önce eşiyle İstanbul’a gelmişler. “İlk gördüğümde köprü yoktu. Şehir ne çok değişmiş.” Almancası kusursuzdu. Belli ki başarılı olup iyice uyum sağlamış. Karısına siz Sinhala dilini öğrendiniz mi diye sordum. Yeltenmedim bile, dedi, gerek yoktu. Bir yabancıyla birlikte olsam, dünyama hiç sekmeden girmesiyle yetinir miydim, yoksa bir insanın dünyasının giriş kapısı olan dilini öğrenerek ben de onun aleminde yol almak mı isterdim?

Lion marka uzun, kocaman şişeli tatsız ve sözüm ona buradakilerin en iyisi olan yerel biralarımızı söyledik. İçimi çekip “Bira Almanya’da içilir” dedim. Kibarca güldüler.

En güçlü içkileri, hindistancevizi çiçeklerinin sapından yapılma, rakı muadili arak (daha denemedim, belki bu akşam). Alkollü içecekler demir kafesli ayrı dükkanlarda satılıyor. Kafeslerin korunmadan çok içki satın alanları göze sokarak teşhir etmeye hizmet edebileceğini düşündüm. Kafes içinde tutulan alkole yine de talip olanları? Belki. Miktarda sınır yok ama yaş sınırına kesinlikle uyuluyormuş.



Çay ülkesinde çayhane olmayışını yadırgadığımı söyledim. Ne de kahvehane.

Onun için fırınların, pastanelerin arka tarafındaki masalar vardır dedi kardeş.

“Erkeklerin kendi aralarında toplanıp muhabbet etme adedi yok mudur?”

“Bara giderler.”

Şehirde kimseyi sigara içerken görmedim, dedim. Yerlerde de tek izmarit yok.

Güldü. “Yasak da ondan. Cezası da epey. Ama bu işi tersinden yaptılar. Açıkta içmek yasak, kapalı alanlarda, lokantalar, barlarda serbest.” Betel, o hafif uyuşturucu kırmızı otu çiğnemek (ve kızıl kızıl tükürmek!) de yasaklanmış, sokaklar da bir anda temizlenmiş.

Nihayet gelen çorbalarımızı bitirip pilav-köri büfesine yollandık. Tek bir ad altında sonu gelmez bir çeşitlilik. Yegane ortak özelliği lezzet olan, farklı tarzlarda hazırlanmış her türlü meyve-sebze. Tatlı, ekşi, acı, kızartma, haşlama bu köriler düz pirinç pilavına katık ediliyor. Başta kibar kibar tabağımın kenarına birer kaşık çeşni alıyor, ortaya da pilav koyuyordum. Bir yerli işin doğrusunu gösterdi. Hepsini pilavla bir güzel karıştırmak. Palet üzerinde karılan renkler gibi ya da kulağıma hep birlikte gelen kuş sesleri. Ayırt etmeyi boş ver, karışmanın, bir olmanın her defasında değişik olan üst tadına var.

Ancak kesitinden teşhis edebildiğim bamyanın bizdekinden çok farklı, kuru, iri, düz silindir biçiminden gözümü alıp “Hindistan kadar renkli ama keskin bir yoksulluğun, çürümenin olmadığı daha iyi harmanlanmış bir Sri Lanka görüyorum” dedim. “Öyle mi gerçekten?”

Yoksulluğu içlerde görürsünüz, ama doğru, Hindistan’daki keskinlikte değildir.”

Hindistan’ın bağımsızlığını kazandıktan sonra İngilizlere ait ne varsa silmeye yöneldiğini, yer adlarına kadar değiştirdiğini anlattı. (“İngilizceleri bile artık içler acısı.”) Sri Lanka’nın ise onlardan kalan kurumları, eğitimi vb koruduğunu. (“Hem bazı şeyler de iyidir, değil mi” diye araya girdi karısı. Sinirime dokunan şişkin batılı kendinden hoşnutluğuyla. “Şu çay adeti mesela.” İngilizlerin adanın yağmur ormanlarını 5 çayı adeti için yok ettiğine dikkat çekmedim. Nezaket yüzeyinde bir sohbetti sonuçta.)

Madem bu şekilde serbest, izninizle deyip bir sigara yaktım.

Sonra da Ella’daki odamın akıbetini sormak için Faiesz beyin yanına gittim.

Kardeş ise dev ekranda bir Bundesliga maçı seyretmek üzere elinde birası, tv karşısına kuruldu. Faul yapan bir oyuncuya hariçten gazel okuyan ortalama futbol meraklısı Alman erkeğinin mükemmel bir taklidiyle “Spinner!” diye bağırdı. Esmer teni, Sri Lankalı bakan gözleriyle taklit ettiğinden ibaret değildi (her şeyinizi, beden dilinizi bile asimile olacağınız kültüre uydurabilirsiniz ama ya bakışınızı?). Ama açık görünen kapısından içeri adım atacak birileri olmadıkça öyle duracağını içimden geçirdim.


(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder