Eğilimim köpeğini gezdiren kadın değil, gezdirdiği köpeği
gibi dolaşmak. Onun için bir kez daha başlangıcı kesinleştirip gerisine
yerliler ve karşılaştığım turistlerden dinleyeceklerime ve tabii havaya göre
karar vermek üzere görmek istediklerimi kabaca sıralamakla yetindim. Otelden de
bana üç günlüğüne şoförlü bir araba ayarlamalarını istedim.
Sabah dediğim saatte güler yüzlü genç bir adam kapıdaydı.
Aslı upuzun iken hafızası –ve telaffuz yeteneği- üç heceyi geçmeyen yabancılara
göre kırpıldığından kuşkulandığım ismiyle kendini tanıttı: Neel. Arabaya
bindim. Taze, hafif kokulu bir tütsü çubuğu kıvrım kıvrım tütüyordu. Dikiz
aynasından sallandırılan haçlı bir tespih, panele yapıştırılmış iki küçük
plastik İsa figürü üzerine sarkmakta. Figürlerin ayaklarıyla göstergelerin
yuvasında yeni koparılmış ufak beyaz çiçekler.. Çok temiz, içten geldi hepsi.
Al sana bir adetler harmanı daha. (Merakı bahçeyle uğraşmakmış. Karısı
gerektikçe toplayıp yemeklere doğradığı sebze, zencefil vs yetiştirirken küçük
sunağının çiçeklerine bakmayı kendi üstlenmiş.)
Aydınlık bir adam.
Turist gezdirmeye çok alışık çıktı. Yaptığım programı çok
daha iyi bir zamanlama önererek bir anda tersine çevirdi.
“Bunun için daha kötü bir yoldan gideceğiz. Ama böyle
daha çok yer görebilirsin.”
Âlâ. Anuradhapura 180 km uzakta. Yol varsın kötü olsun.
“Kötüden” benim anladığım kel, kurak, taş toprak çıkarmak
için iç burucu şekillerde oyulmuş bir araziden geçen yoldu. Ama yeşil bizimle
birlikte gelmeye devam ediyordu.
Ve ne yeşil!
Tür tür ağacın açıklı koyulu tonlarıyla deliksiz dokunmuş
kalın bir örtü. Hindistancevizi, kauçuk (önemli bir ihraç maddesi)
plantasyonları, burada muz, beride ananas, papaya, meyve ağaçları, tik, maun,
hatta ara ara abanoz, banyanlar, yaşı başı yüzyıllara varmış daha da kim bilir
neler.
Düşünüyorum da, verdiği his bolluk, bereketi aşıp lükse
varan doğanın bu yoğun örtüsü, altında yaşanan insani yoksullukları örtüp geri
plana atıyor. Asıl zenginliğe işaret edercesine. (Bunu, süper zenginlerin
malikaneleriyle kaplı, Kaliforniya gibi varsıl ve çorak bir diyarla yan yana
koy, etkilerini karşılaştır.)
Örtü bazen geriye çekiliyor, yol kenarında yeşermeye
başlamış sulak kareleri, konup kalkan ak kuşlarıyla pirinç tarlalarına, beyazlı
leylak renkli pembeli nilüfer kaplı taşkın alanlarına yer açıyordu.
Klimayı açtırmadım. İşlenmiş havanın içine kapanmanın
beni ortamdan koparmasını sevmiyorum. (Bunun tek istisnası geceleri yatarken.)
Aralık camdan gelen esinti yetiyor; rutubetli sıcak nefesi, dalga dalga
yükselip kaybolan cırcır böceklerinin, kuşların sesini içeri taşıyıp görüntüyü
ekrandan seyredilen bir şey olmaktan çıkarıyordu.
Kenardan uzun dallarını öte tarafa uzatarak enfes
tüneller oluşturan kırmızı çiçekli o ağaçlar! Ve sık sık tünelleşen bu yol.
Saatte 50 km.yi aşmıyorduk ama hızlanırdık herhalde. Yine
de içimdeki şoför hayaletleşerek direksiyona geçiyor, nereden geldiğini bilemez
olduğu kadar eski, içe işlemiş bir aceleyle çöl botu içindeki ayağını uzatarak
gaza basıyordu. Pedalin üzerindeki Neel’in çıplak ayağı ise doğal olanın,
acelesizliğin hatırlatıcısıydı. Sıkışmamış, sıkıştırmayan başka bir zaman algısının.
(Büyümeyi, varacağı yere varmayı bizim insan ölçeğimizden çok ötelere sürdüren
ağaçlar, timsahlar, hasılı doğayla çevrili yaşayan insanların etraflarından bilmeden aldığı
bilgeleştirici ders.)
Tedbirli bir şoför.
Yoksa pek o kadar değil mi dedim üçüncü aracı sağlayıp
karşıdan gelenle burun buruna kaldığımızda. Ama kimse 50 km.yi aşmadığından
tehlike hissi doğamıyordu.
Yavaş yavaş trafiği anlamaya başladım. Araç geçerken daha
da ağırlaşıyorlar. Ama herkes böyle yaptığından karşıdaki ya kenara çekiliyor
ya da durma noktasına geliyor. O kadar. Ne öfke ne cinnet.
Yolda da bol tuktuk (“Başımızın belalarıdır bunlar!”), motosiklet,
desen desen kamyon, otobüs, hemen hiç de özel otomobil.
Kötü demesinin nedeni yer yer gelen onarım
çalışmalarıymış. Hızın buralarda 40 km.den 20’ye düşmesi dışında bir şey fark
etmiyordu. Görünen yüzleriyle sıkışık, derme çatma kasabalardan geçip yeniden
yeşile gömülüyorduk.
Aralarda rengarenk meyve tezgahları.
“Şu kocaman, dikenli meyve ne?”
“Jet. Öyle de yenir, yemeğini de yaparız. Ağacını gösteririm.”
Meyve ağacına benzemeyen, jetlerin dallardan değil,
upuzun gövdesinden sarktığı ağacı çok geçmeden karşımıza çıktı.
Dambulla’ya
geldik. Altın Tapınağa. 30 metre yüksekliğiyle bu altın renkli yakın zaman
heykeli dünyanın en büyük “çember çeviren” Buda’sıymış. Ayakları altında yine
cümbüş renkli bir tapınak. Ama asıl
görülecek yer, epey bir tırmanıştan sonra ulaşılan kaya tapınağı. Kayalara
oyulmuş hücreler ve yüzlerce yıllık freskleri. Buradan aşağıdaki düzlüklere,
karşı tepelere göz alabildiğine uzanan bakış enfes.
Şu, ayakkabıları ta nereden çıkarma adeti. Tapınağa
yalınayak girmeyi anlıyorum ama bazen 100-200 m önceden çıkarıp oraya kadar
ıslak-kuru, sıcak taş toprağı yürümek? Derken bunun insanı bedenine getirerek
“hazırladığını” fark ettim. Böyle geniş belirlenmiş bir tapınak alanını
geçtikten sonra asıl yere, ayrılık duygunu, belki büyüklenmeni de ayaklarının
kaplarıyla birlikte bırakmış halde geliyorsun. (Yine de bugüne yanıma çorap
aldığıma seviniyorum. Zeminin öğle sıcağına nazik ayaklarım dayanamazmış. Çorap
pabuçtan daha, çıplak ayaktan ise daha az iyi.)
Ayakkabılarıma kavuşmuş, inişe geçmiştim ki bir maymun
sırt çantama sıçradı. Seni musibet! diye döndüm. Yere atlamış, boyuna bakmadan
“Musibet sensin!” bakışlarını yüzüme dikmişti. Uzun burunlu, fena halde bozuk
atan bir erkek. Birkaç kez hamle yapacak oldu. Sonunda bir yerli kovaladı.
Çantanın yan gözüne koyup unuttuğum, yarısı parçalanmış muzu aşağıda fark
ettim. Hayvan haklıymış!
Sigiriya.
Yoğun yeşil bir tepenin üzerinde çürük azı biçimiyle yükselen bir kaya. Sönmüş
bir yanardağın tıpasıymış. Efsaneleşmiş tarihe göreyse trajik bir figür olan
Anuradhapura kralının babasını öldürüp tahta geçişiyle saldırılamaz olsun
istediği sarayı için seçtiği yer. 14. yy.’da terk edilen bir de manastır
kurulmuş. Kazıları sürmekteymiş. Tırmanmadım. Çevresinden, bahçelerinden
dolaştık.
Neel bir ağaç gövdesine kurulu çardağı gösterdi.
“Filleri gözlemek için.”
Yabani sürüler bahçelere bela oluyormuş. Bakmışlar olacak
gibi değil, evlerin olduğu alanı elektrikli telle çevirmişler. Hikayenin
kalanında değişen resimle birlikte mağdurlar da yer değiştirdi. Burası onların
yaşam alanıyken insanlar gelip yerleşmiş.
Az ötede sarı bir fil çıkabilir işareti gördük.
“Tavus! Bak, ağaçta!”
Gerçekten de ağaçta. Biraz uçabildiğini, geceyi de bir
kuş için yine en güvenlisi, ağaçta geçirdiğini bilmiyordum. Yaklaştığımı gördü,
ağaçtan atladı, kuyruğunu toplayıp sürüyerek kaçtı. Albenili filan ama bu
kuyrukla yaşamak frakla çiftçilik yapmak gibi bir şey olmalı.
Anuradhapura, kurucu kralın adını taşıyan, bölgeye bin
yıl hükmetmiş, tarihi kalıntıların yoğunlaştığı önemli bir merkez. Yapay bir
göl kıyısından başlayan şehir geniş bir alana yayılıyor.
Biraz dışındaki Milano Oteline yerleştim. Tapon görünümü
güler yüzlü, dört dönen personelin sevimliliğiyle dağılıp giden bir yer.
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder