Bir çeyrek saatlik tuktuk yolculuğundan sonra göl
kıyısına indik, dik bir yokuşun başındaki Sharon’un Yerine geldik. Ufak bir
bahçe içinde iki katlı, eski, hantal bir yer. Serendib’in havalı yalın şıklığı
başka bir dünyada kalmış, içim başka türlü ısınıverdi. Sharon’un kocası olduğu
anlaşılan 60’larında duran sahib
geldi. Beni masada karşısına oturtup önüne çektiği rezervasyon defterinin
sayfalarını ıslattığı parmağıyla ağır ağır bir ileri bir geri çevirdi. Kadının
hükmünü bekleyen davacı gibi boynum bükük bekledim. Sonunda, birkaç saate kadar
boşalacak bir oda olduğunu söyledi.
Şen şakrak Weerakoon zaten kapıdaydı, attı beni
tuktukunun terkisine, yollara koyulduk.
Kandy bayağı geniş bir tepelik alandan göl ve ırmak
kıyısına uzanarak yayılan adamakıllı güzel bir şehirmiş. Yamaçlarda fışkırmış
yeşilin rahatça sindirip çeşniden ibaret gösterdiği yapılar. Müthiş hareketli,
ahenkli bir görünüm.
Arkama yaslandım. İçinden ciğer sökücü sarsıntıyla
geçtiğim ne varsa seyrine, tadına kendimi saldım.
Plantasyonlar arasından çay müzesine tırmandık.
Kapalıydı. Tabii ya, yeni yıl, dedi Weerakoon. Fişekler sabah sabah patlayıp
duruyordu. Kandy’de kalışımı yarın gece asıl kutlamalarda ahaliye karışmak için
bir gün daha uzatmaya karar vermiştim ama pansiyonun sahibi Bay Faiesz, öyle
halk kutlaması diye bir şey olmadığını, millet evlerine çekilirken kutlamayı
rahiplerin tapınaklarda kafa çekerek yaptığını söyledi. Kendisi Müslüman.
Oturma odasının bir köşesine sıkışmış rahle ile üzerinde kapalı duran İngilizce
bir Kuran var. Babayani tavrına bakarsam dinle ilişkisini bu iyi temsil ediyor.
Olsun varsın, Kandy bir gün daha kalmaya değer.
Fokur fokur kaynayan bir egzoz kazanı olan çarşılardan
birine indik. Bu tuktuklar düz yolda giderken bile insanı silkelenen çamaşır
gibi sarsıyor. Yokuş inip çıkar, ara yollarda bol olan çukurlardan,
engebelerden kaçınırkense sallantı 365 dereceye saçılan kaotik bir hal alıyor.
Sürekli soludukları zehirli hava vücutlarından moleküler düzeye kadar bu
şiddetle silkelenmeleri sayesinde atılıyordur belki de diye düşünüp güldüm.
Sonra üç tapınaklara vurduk. Şehrin dış semtlerinde
birbirine yakınca diyeceğim ama duruyor, bu diyarda mesafelerin uzunluk değil,
zamanla ölçüldüğünü düşünüyorum. Sanki adalarının yüzölçümünü yolları bu kadar
ağır kat ederek genişletiyorlar. Yavaş yaşamak engin yaşamaksa aynı şey
ömürleri için de geçerlidir belki, kim bilir.
Budist tapınağı olarak yola çıkıp yön değiştirerek Hindu
savaş tanrıçasına adanmış ilk mabette sütunların dinsel temalı oymalarına
dalmışken bir puja ‘ya denk geldim.
El ve tokmakla çalınan iki davul, bir zurna ile geçişleri belirleyen deniz
kabuğu borusu çalınmaya başladı. İçerde de rahiplerin melodik kutsal metin
okuması sürüyordu.
Tapınaklara (aslında yaşantıya) kendimi bütünüyle
verdiğim bir gün oldu. Zaman sıkıştırmasını hiç hissetmemek. Bir Bo ağacının
yaprağına, freske, meditasyon çanına, bahçe duvarının ötesindeki yamaçlara,
kala kala, öncesiz sonrasız bakmak. Kıpır kıpırlığın olmayışıyla gelen müthiş
genişleme.
Sandaletlerimi de daha onlar söylemeden çok önceden
çıkarıp sıcak taşlara, kayalara, iri taneli kumlara hayal edemeyeceğim bir
rahatlıkla basıp yürüdüm. Zaten rahat mıydım yoksa yalınayak yürümek mi
rahatlatıcı, söyleyemem. İyiydi işte.
Üç tapınakların sonuncusunda giriş biletini
kesen adam, dagobanın mimari bir özelliğine dikkatimi çekti. Farklı biriydi. Nur
yüzlü, incelmiş. Beni odalardan birine alıp 700 yıllık freskleri açıklamaya
koyuldu. Papağan gibi değil, bilerek anlatıyordu.
“Burası gerçekten çok özel. Buda, Hindu tanrılarıyla
birleştirilmiş. Budist kralın Hindu prensesi eşini de düşünerek öyle yaptırdığı
düşünülüyor.”
“Öyle ama araya bu tür bir aşk girince..”
Sonra fresklere döndü. Restorasyonunda çalışan bir
ressammış.
“Eski tekniklerde ustalaşmak yıllar alır. Ama benim
sevdiğim iş bu.”
Saatlerce karıştırdığı boyalar. (“Bu başlı başına bir
meditasyon olmalı.”) Ve özel merakı: Başka, uzak yerlerde gördüğü freskleri
fotograf çekmeden çizim defteri ve hafızasına kaydetmek, sonra da gelip
röprodüksiyonlarını yapmak.
Uygulaması çoktandır kağıt üzerinde kalmakla birlikte
eşcinselliğin hapisle cezalandırıldığı bir ülkede, gönül verdiği Budizm ile
sanat bu adamı su üstünde tutmakla kalmamış, hayatına yön ve derinlik vermiş
görünüyordu.
Sonra manastırın bitişiğindeki odası, aynı zamanda
atölyesine gittim. Kendi resimlerinde akrilik boya kullanıyor, tamamlaması 3-4
gün sürüyormuş. Filin içine yerleştirilmiş dokuz kadın freski ta o zamandan
modernliğiyle şaşırtıcıydı. Röprodüksiyonunu satın aldım.
Bıraktım Weerakoon beni komisyon almayı umduğu yerlere de
götürsün.
Çay imalathanesinde milli kıyafetleri içinde bir genç kız, iki Çinli gençle bana Seylan çayı üretiminin inceliklerini anlattı. Ardından
çıktığımız tadım salonunda çaylarımız geldi.
Değerli taş atölyesinde taş kesimini seyrettim. Sri Lanka
bir (yarı) değerli taş cennetiymiş. (Arapça adı Serendib de bu anlama gelirmiş:
“Mücevherler adası.” Serendib dönmüş dolaşmış, İngilizce’deki serendipity’ye dönüşmüş -aramadan
bulunan iyi şeyler.)
Oyma atölyesinde çalışan yoktu –sonu gelmez Yeni Yıl
tatili. Dükkanlarını dolandım.
Turist gibi gezdirilmek ne hoşmuş.
Oradan, şehre tepelerden bakan dev Buda heykeline gittik.
Sunu tezgahından tütsü aldım. Yakıp önce yakınlarıma, sevdiklerime, sonra cümle
aleme iyilikler diledim. Gönüllerin hoş olmasını. Başka da neyin önemi var ki?
Buda’nın arkası beş kat merdiven. Çıktıkça şehre bakış
genişledi. Dev heykelin içi de kat kat tapınak odası, dükkan (meditasyon
kitapları vs ilgili şeylerin ama).
Günün görülecek son yeri Kutsal Diş Tapınağıydı. Gölün
karşı kıyısında, en önemli tapınaklardan biri. Buda’nın olduğuna inanılan
(muhafazası içinde kapalı olduğundan aslında kimsenin görmediği) diş
dolayısıyla. Bu muhafazayı ele geçiren, geçmişte iktidarı da eline
geçirdiğinden dinsel olduğu kadar politik de bir diş.
Tapınak, oturaklı bir kolonyal yapı olan beyaz Queen’s
otelinin karşısında, geniş bir park içinde. Aslı kral sarayı olduğundan mimarisi
alışılmamış; insanlar da ibadetlerini böylece içeride yapabiliyor.
Altı buçuk saattir dolanıyordum, daha da dolanırdım ama
bu son fasılda bana bir saat verip giden Weerakoon ile buluşup dönme vaktim
gelmişti.
Tuktuka bindiğim an yağmur başladı. Zamanlaması, hayatla
aramın bu kadar iyi olduğu upuzun bir günün tatlı ödülü gibi. Adanın içlerinde,
yaklaşık 600 m irtifada olan Kandy’nin çok daha dayanılır sıcaklığını iyice
düşürerek saatlerdir de yıldırım, kıyamet devam ediyor.
Sharon’un büfesi ünlüymüş. Yemek salonunda o
bayıldığım dört bir yandan turist buluşması vardı. Avustralyalı ve Fransız iki
çiftle oturduk. Bol gülerek izlenimlerimizi ve tüyolar paylaştık.
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder