Anuradhapura’dan sadece
147 km. Bin bir motifli yeşilin, giderek sıklaşan kasabaların arasından deniz
seviyesinden yükselmeye başladık. Çerçevenin üst sınırını ilerideki tepelerin
çizdiği, hindistancevizlerinin çeşitlendirdiği vadiler, kareden kareye
güzelleşen görüntüler verip durdu.
“Sri Lanka’da çeşit çeşit muz yetişir. Tatlı muz, limon
muzu, yemeklik muz, kırmızı muz..”
“Kırmızı mı?!”
Patates, soğan ve.. ananas satan bir seyyar satıcıyı
geçip bir muz ve hindistancevizi tezgahı önünde durduk. Kızıl kabuklu muzlar
aldım. Dolgun, kokulu, lezzetli, bildiğimiz muz ama alışılmadık bir kılıf içinde
oluşuyla insan türkuaz pilav filan yer gibi oluyor.
Kandy’ye 40-50 km kala bir taş mihrap afişi gördüm.
Kararmış ak taş! Yoldan 1 km içerideydi. Yukarıdan, koca Bo ağacının dalları,
yaprakları arasından öte yakasında kayalık bir tepenin yükseldiği sazlık kıyılı
göl görünüyor. Tapınağa uzanan kızıl toprak zemini süpürgesiyle düzleyen bekçi
peşime düşüp rehberliğini işaret diliyle sunmaya koyuldu. Dokununca kapanan
minyatür mimozalar. Iguana. Taş duvarın kalan rölyeflerinden bir ayrıntı: Kama
Sutra sahnesi.. Bahşişini verip gönderdim. Gölün üzerinde pruva gibi uzanan bu
köşenin tadına vardım. Uçta, dua bayraklarıyla çevrili Bo ağacı. Arkasında
taşları kızıl-kara kubbe biçimli dagoba. Yanında da mabet. Taş geçidinin
bitiminde huzuruna (elbette yalınayak) çıkanı loş nişinde olanca görkemiyle
karşılayan Buda. Vay!
“Bir yerlerde bir şeyler atıştırsak. Sebzeli börek
filan.”
Tamam, tabii deyip bir dizi bakkal görünümlü dükkan
önünde duruverdi. Deterjan, süpürge, kova vs arasında ne alacağını merak
ederken köşede bir camekana gidip börek söyledi. Şu pane edilmiş “ilkbahar
rulolarından,” sıcacık. Parmaklarımla birlikte yedim.
Bundan sonraki yerleşim, tıkanıp kalan trafiğiyle
Matale’ydi. Sol tarafta mıncık mıncık tanrılar salatası işli bir Hindu
tapınağı. Az ötede, sağda cami. (Bir cami ötekine benzemiyor, göze hoş gelen
bir çeşitlilik.) Arasında bolca sarili, baş örtülü (bir de kara çarşaflı
gördüm) kadın, takkeli, entarili adam olan bir kalabalık.
“Matale’de hem Hindu, hem Müslüman hem de Katolik
vardır.”
Önümüzdeki tuktukun arkasındaki slogan, imla hatasıyla
birlikte durumu pek güzel özetliyordu:
“One world one draem.”
Budist yeni yılına iki gün kala ortalık bizdeki bayram
arifeleri gibi. Hummalı bir alışveriş. Adım başı havai fişek, çatapat
tezgahları. Caddenin iki yanında ön tarafları kesik kesik yapılar.
Arka odalarından başlayan evler.
“Yolun genişletilmesi için kestiler.”
Benzersiz bir (yarı) istimlâk örneği olmalı.
Matale’yi sevdim.
Neden sonra trafik açılınca virajlı bir yoldan tırmanmaya
başladık. Kandy 7 km levhasını görünce iyi, dedim, yarım saatimiz kaldı.
Gerçekten, yola çıktıktan dört buçuk saat ve son bir
trafik tıkanıklığından sonra bir göl ve Sri Lanka’nın en uzun nehri kıyısında
alçala yüksele uzanan Kandy’deydik.
Negombo’da kaldığım Villa Araliya’da buradaki Taş
Bungalov Serendib’i şiddetle tavsiye ettiler. “Biraz dışarıda, nehir kıyısında
ama çok sakin bir yer. Bir tuktukla 350 rupiye merkeze inersiniz.” İçgüdülerim
Lonely Planet’ten ve onun önerdiği Sharon’un Yerinden şaşma (“Kentin en bilinen
pansiyonu, sahipleri gereksindiğiniz her türlü bilgiyi, yardımı sunmaya hazır”)
diye haykırırken belki de ismine tav olup Serendib’te yer ayırtmıştım.
Neel, harika bir yerdir, göreceksin diyerek yol olduğu
başından kuşkulu, giderek daha da daralan bir aralıktan sapıp motoru inleterek
tırmanmaya koyuldu.
“Sıkışıp kalmayalım da..”
Araba şöyle dursun, tuktuk geçebilir mi buradan diye
kaygılanıyor, kendimi bavulumu sürükleyip düşe kalka caddeye dönmeye çabalarken
hayal ediyordum ki yol Serendib’in demir kapısıyla sonlandı.
Neel ile helalleştik. Beni kalın gözlüklü genç bir
çocukla bırakıp gitti. Hafif peltek dilli oğlan, hindistancevizleriyle çevrili çim
bahçe içinde gerçekten hoş, tek katlı, geniş verandalı taş yapıda odama
götürdü.
Bir duş yapıp uzandım, kendimden geçmişim.
3’e doğru uyandığımda geleneksel dans gösterisine gitmek
için bir tuktuk istedim. Bir de sonrası için araba kiralamak. Onu geldiğinde
patronuma sorarsınız dedi gözlüklü çocuk. Etrafta herhangi bir yaşam belirtisi yoktu. Benimle
ilgilenmeyi insan sahipler yerine üstlenen iki küçük köpek peşimde, çitsiz bahçede
yamaçtan aşağı, ırmak kıyısına indim. Karşı yamaçta tek tük evle güzel bir
konum gerçekten ama ne uzak, ıssız duygulu. Benim için bile. Geri çıkıp etrafı
dolaştım. İçeriyi. Çarşaf ütüleyen pembe sarili bir kadın dışında boştu. “Otel
California’ya gelmiş olmayasın. Serendib’miş. Ah Seda! Seninle yaşamak bazen ne
zor” diye sızlandı içimdeki, böyle zamanlarda dili bir karış uzayan aklıselim
temsilcisi.
Plan B’ler tasarlamak üzere verandaya çöktüğümde pembe
sarili kadın gelip bütün içiyle gülümsedi.
“Patron yok mu?”
Tek kelime İngilizce bilmediğini gördüm. Birkaç dakika
sonra da gelen tuktuka bindi, gitti zaten.
“Sizin tuktuk da birazdan gelir” dedi işletmenin geri
kalan tek personeli olduğu anlaşılan gözlüklü.
(“Otel California! demiştim değil mi?!”
“Neyse ne, sus sen!”)
“Benden başka kimse kalmıyor mu?”
“Hayır. Bugün sadece siz varsınız.”
Bir de sen. Ah ne hoş!
Tuktuk göründü. Uzun bir yol gidip nehir kıyısında, dans
gösterisinin olduğu bakımsız salona geldik. Şoför asık suratlı biriydi. Çok da
para istedi. Kırıp asıl fiyatı ödedim. Çıkışta bekler, sizi geri götürürüm,
dedi.
İçeri girdim. Yarım saat önce gelmişim ama iyi, önde
oturdum. Salon yavaş yavaş doldu. Sevimsiz bir Alman kafilesi, İngilizler,
başka yabancılarla çevrelendim. İyiydi.
Gösteri başladı. Sadece perküsyon eşliğinde (harika bir
senkop tutturan davullar) geleneksel danslardan örnekler. Zarif, gizemli,
sembolik, yer yer akrobatik. Kostümler, masklarla daha da renklenmiş.
Beğeniyle izledim.
Sonra milli marşları (hepimizi ayağa kaldırdılar).
Ardından iki siyah (yani iyice siyah) erkeğin ateş gösterisi. Seyyar bir
sunakta ateş tanrısının (o hangisiyse) kutsamasını niyaz ritüeli ve ellerinde birer meşale, ateşe meydan okuma ile onunla sevişme arası
hareketlerle kollarını, gövdelerini alazlama, meşaleyi dillerinde gezdirme. Son
olarak akkorlar üzerinde yürüyüş.
Çıktığımızda saat altı buçuktu. Kalabalıktan cesaret
alarak asık suratlı tuktukçuyu boş verip efendi bir memur görünümlü, orta
yaşlının aracına binmeye karar verdim.
Serendib mi, biliyordu, evet. Yalnız önce bir şeyler
yemek istiyorum dedim. Dağ başında bir de aç kalmayayım. Yolda turlar, taksiler
önerdi. Fırın-pastane karışımı bir yerde durduğumuzda önerdikleri için çok pahalı deyip indim.
Parasını istedi. Verdim. Çekip gitti. Fırının ışıkları bir yana kapkaranlıkta
kala kaldın mı!
Bir iki şey alıp bir tuktuk durdurdum. Serendib?
Bilmiyordu. Arkasında kroki olan kartı uzattım. Evirdi çevirdi, uzun uzun
inceledi. Karttaki numarayı çaldırdı çaldırdı. Belki artık gözlüklü de yoktu,
açılmadı. Bulamam burayı diye giderken başka bir tuktuk yanaştı. Kalan dişleri
bozuk, tuhaf sırıtışlı, sıska, yaşını kestiremediğim biri. Kartı ona gösterdim.
Anladım! dedi. Delik deşik arka koltuğa geçtim. Trafikli ama karanlık yollardan
tırmanmaya başladık. Bir yandan tur önerilerini o da sıralıyordu. “Şehir dışına
da götürürüm. Çok güzel! Ee, ne diyorsun? Senin için 4bine olur.”
“Bir düşüneyim, ararım.”
Benzinciye saptı.
Yarı arkaya dönüp sırıtarak kıt ve çok az anlayabildiğim
ama birden netleşen İngilizcesiyle “Düşünme” dedi, “I’m a pure man.” Vurgu,
korkusuna nihayet izin verdiğim zihnimde geldi, saf’ta değil, erkek’te durdu!
Pompacıyla sonu gelmez hararetli bir konuşma. Gelip
geçenin eğilip araçta kim olduğuna bakması. Nihayet alınan yakıt ve yeniden
yola koyulduk.
Gelirken buralardan geçmiş miydim ben? Çok gittik sanki.
Kim bilir nereye gidiyoruz.
Tam, “Galiba geçtik” diyecekken camekanlı koca Buda mihrabı yanımızda belirdi. Bunu hatırladım. Demek hâlâ doğru yoldaydık.
“Çalışıyor mu sen?”
Evet, dedim hevesle, tabii. Kocamla birlikte!
“Koca ha” dedi hadi ordan der gibi.
“Ticaretle uğraşıyoruz.”
“Tabii!”
Neel hangi çatlaktan girmişti?!
Trafik ağır ilerliyordu. Polislerin yanından geçtik.
Burada atlasam? Polise sığınsam. Ama ortada cürüm yokken
polis ne yapabilir? Serendib’in bilinen bir yer olmadığı anlaşılıyor. Sonraki
tuktukla çok mu farklı olacak!
“Şehir dışına da götürür, akşam 10’da geri getiririm
seni. Sabah kaçta geleyim?”
“Numaranı ver, tur istersem seni ararım.”
Birden sola çekti. Kartı çıkarıp cep telefonunun ışığında
uzun uzadıya inceledi. İnip soracak birilerini arandı. (İyiye işaret. 4bin rupi
kazanma ihtimaliyle bana kötülük yapmayı yan yana koymuşsa kazanan hâlâ ilki
demek.) Bir çifti durdurdu. Konu muhtemel petrol yataklarıymış gibi uzun,
dramatik bir teatiye giriştiler. Adresten haberleri olmadığı belliydi, ne
demeye oyalanıyorlardı ki?
Anladım! diye geri döndü. Gittik gittik. Duraksadığı
yerde atlayıp dükkanlarını kapamaya hazırlanan iki kadın, bir erkeğin yanına
koştum. Serendib? İngilizce bilmiyorlardı ama herhalde orasıdır dercesine bir
sonraki dönemeci işaret ettiler.
Saptık. Karanlığa daldık.
“Yarın kaçta geleyim?”
Yolun yetmezmiş gibi bir de çatallandığı yerde karşıdan
gelen genç bir adama hamle ettim.
Biliyordu! İngilizce de!
“Sapağı kaçırmışınız. Bir öncekinden dönecektiniz.”
Israrlı şoför bir kez daha anladım! dedi. Dönüp asıl
karanlığa saptık.
Açık kapıdan girdiğimizde derin bir nefes alıp (şimdilik),
aferin, dedim. Kaç para? Pişmiş kelle gibi sırıtarak 600 dedi.
Tehlike ortadan kalktığına göre aptal yerine konmama
gerek yoktu.
“Yolun yarısından bindim. Aslında 150 eder ama hadi, 300
olsun.”
“Peki. Yarın kaçta geleyim?”
“Numaranı kartın arkasına yaz, ver, ben seni ararım.”
Kartı alıkoyup bir kağıda yazdığı numarasını verdi. Kaş
göz ettiği gözlüklüyle beni baş başa bırakıp gitti.
Karşıdan, zifiri karanlıktan bakacak birine verandayı tabak
içinde sunan aydınlatmanın altına oturdum. Gözlüklüden bir kahve isteyip
aldığım yiyecekleri çıkardım. Cırcırböceklerine karışan havai fişek ve karşı
yamaçtan gelen havlamalara kulak vererek çöreklerden ilkini dişlerken tedbir ve
çılgınlığa varan yokluğunun ne garip bir karışımı olduğumu düşündüm biraz.
Ve yazmaya başladım.
*
Sabah yazdıklarımı okurken “Ee, ne varmış ki bunda?!” dedim.
İnsan olanlara değil, arkalarındaki duvara düşürdükleri gölgelere bakmaya, takılmaya,
karşılığını da bunlara vermeye ne kadar
teşne!
Böyle iddialı bir yeri tamam iyi, nazik ama yetkisiz, bilgisiz
tek bir personele nasıl bırakır, dediğim sahip, “Buranın ana fikri bu: Eğlenme,
bilgi alma derdi olmayan, inzivada kendini bulan has gezginlere göre!” diye karşılık
verebilir.
Israrlı tuktuk sürücüsü, muhtemelen hepsi hepsi “Yaşasın!
Yolunacak kaz çıktı!” diye sevinmiştir.
İçe dönük, ortalarda görünmeyen gözlüklü çocuk, yerin konseptine
göre işe alınmış ve gürültü çıkarmayan bu misafirden memnundur.
Lonely Planet ise dese dese “Ben söyleyeceğimi söyledim” derdi.
Olan neydi?
Hava karardıktan sonra bindiğim tuktukun şoförünün yolu çok zor bulması.
Ya bunun, saracak şey arayan zihnin, arka duvarına yansıtırken karartıp dehşetdengiz olasılıklar haline getirdiği gölgeleri?
Yine de, deliksiz bir uykudan erkenden uyanıp kahvaltımı ettikten
sonra Sharon’un Yerini aradım. Uykulu bir ses odaları olduğunu söyledi.
Geliyorum, dedim.
(arkası yarın)
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder