Güneş batışına yakın Mahavihara’ya gittik. Dagobaları
ibadete açık, tarihi kalıntıları içine alan çok geniş bir park. Sararıp moraran
gök altında o dev ağaçlar.. Lotus, tütsü, yağ lambası ile dizi dizi sunu
tezgahını geçtim. Ayakkabıların, dedi Neel. Sri Maha Bodhi karşıda, ta
uzaktaydı. İçimi çekip sandaletlerimden ayrıldım. “Tören birazdan başlıyor.
Normalde burası çok kalabalık olur, hele sabahları. Kuyruk ta tezgahlara kadar
uzanır.” Ama şimdi Budist yılbaşı arifesi, çok tenhaydı. Taşlı toprakta
yalınayak yürürken bu işe bayağı alıştığımı fark edip sevindim. Sadece canımın
yanmasından değil, “kirlenmekten” de artık çekinmediğimi.
Kapısında gümbürdeyen davullar eşliğinde, kısa
alacakaranlığın çanak tuttuğu başkalaşan bir bilinç halinde küçük, beyaz
tapınağa yavaşlattığım adımlarla yürüdüm.
Tapınağın kuşattığı Sri Maha Bodhi, dünyanın iki bini
aşkın yaşıyla onaylanmış en yaşlı ağacı. Buda öğretilerini Sri Lanka’ya getiren
Mahinda’nın kız kardeşinin Hindistan’daki bir ağacın alıp burada diktiği
dalındanmış. Ülkenin dinsel kökleri ağacınkine işte böyle karışmış. Döne döne
kutsal. Çevreleyen duvarın berisinden görülebiliyor. Ötelere uzanan dallarına
altın renkli demirlerle destek verilmiş. Rahipler gözleri gibi bakmakta.
Davullar susmuş, Pali dilinde kutsal metinler
zikredilmeye başlamıştı. Ben göze batmadan aralarına karışmaya çalışırken,
çepeçevre terasta sunağa çiçeklerini bırakan inananlar sesli dualarını
etmekteydi.
Batan güneşin mor-mavili, loğusa şerbeti renkli son ışıkları
Bo (Bodhi, bilgelik) ağacının yaprakları arasında.
Çıktığımda hava iyice kararmıştı. Ortadan yürürsen ancak
ayaklarının ucunu görecek kadar aydınlatılan yoldan ışıl ışıl yanan
Ruvanelisaya Dagoba’ya gittik. Bembeyaz. Devasa. Etrafını ağır adımlarla dolanmak vakit alıyor. Geniş
teras burada da tenha. Aralıklı küçük gruplarda başı çekenin okuduğu dizeleri
diğerleri bir ağızdan tekrarlıyor. Küçük yaygısı üzerinde secdeye varmış
kısacık saçlı bir kadın, telefonunun çalmasıyla dikkatimi çekti. Kendini
kaptırmış göründüğü ibadeti bırakıp telefona cevap verdi.
Çıkışa, kurtuluşa işaret eden Buda ve işaret ettiğine
yöneleceğine parmağını alıp tanrılaştırarak onun sunduğundan çok azına,
sığınağa, avuntuya razı olan insanlar.
Zihnini tanı, aş, acının kaynağı o diyen kişi adına dikilen
bütün bu ince işli, görkemli, rengarenk tapınaklar. Model alınanı elle tutulur hale getirip içselleştirmenin yararı ortada. Ama kantarın topuzunu kaçırmak öyle
kolay ki. Özü bırakıp şekilde, acının kaynağı olarak adı konmuş zihinde
oyalanıp kalmak.
Duayı bırakıp telefonuna sarılan, böylece gerçek
öncelikleri gösteren kadın, bu tanrılaştırma bolluğunun (Hinduizmin sayısız
tanrısına karşılık Buda’nın çeşit çeşit vasfı), zap ve sörfü icat etmiş aynı
zihnin önceki oyunu gibi göründüğünü düşündürdü. İnsanların önceyi
sonraya katık ettiğini. Hayatı daha da şiddetle zaplayıp sörfünü yaparak yüzeyinden sektiğimizi.
Bugün Samadhi Buda karşısında yalınayak tek başıma
dikilirken onun bu derin meditasyon haliyle bana örnek olmasını, cesaret ve
ilham vermesini diledim.
Biz parktan ayrılırken insanlar (yalnız ya da diğerleri,
yanlarındaki ufak çocuklarıyla birlikte genç, yaşlı, kadın ve erkekler) sabaha
kadar sürecek törenlere gelmeye devam ediyordu. Tapınakların yanında metrelerce
uzanan kat kat, dizi dizi yağ lambası ışıl ışıl yanıyor, tütsü kokuları (bir
seferde bir avuç yakıyorlar) yoğunluğuyla açık havada uzaklara yayılıyordu.
Özellikle kutsal saydıkları dolunay gecelerinde buraları sabaha kadar adam
almazmış.
“Otelde yemek istemiyorum. Nereyi önerirsin?”
Altın Kural: Yeme içmede yerlileri izle.
Neel şöyle bir etrafına bakıp iyice salaş bir yer seçti.
Girişte, böyle yerlerin bizdeki karşılığında dönercilerin dikildiği köşede bir
adam üst üste konmuş çapatilerin yanında soğandı, sebze, tavuktu takır takır
doğramaktaydı. Pilav-köri yokmuş, ondan olsun dedim. Çiğ neon ışıkları altında
bir aile oturmuş, tabaklarına elleriyle yumulmuşlardı. Çıplak eller, çıplak ayaklar.
Doğrudanlık. Kirlenmekten, incinmekten sakınmadan bedenin somutluğunda yaşamak.
Bu, inançların dolambacıyla çelişiyor mu, yoksa bir şekilde doğal uzantısı mı,
bilemedim.
Ama o an düşündüğüm bu değil, yaşadığım çın çın öten bir
sevinçti. Bedenim mükemmel çalışıyor, zihnim uyarılmış, dünyanın hiç bilmediğim
bir köşesini geziyor, algılarımı yeni girdilerle açıyorum. Üstelik önümde,
bulaşıktan tasarruf için ince plastik torba geçirilerek getirilen tabaktaki
çılgın karışım hiç fena değil.
“Şu paketler içindeki kırmızı şeyler ne?”
“Çerez. Baharatlı.”
“İyi. Yarın yol için onlardan da alayım.”
Yüzüme emin misin der gibi baktı. Ya da sonraki ıstırabım
sırasında geriye dönüşle ben böyle yakıştırdım.
Altın Kural, Ek: Abartma!
Bugün öğle sıcağında başım (tapınak alanlarında baş
örtmeye izin yok), ayağım çıplak, şelaleler gibi terlemiş, arabaya döndüğüm bir
ara çerez paketlerinden birini açıp zehir gibi acı ve tuzlu ve yağlı içeriğinin
yarısını mideye indirdim. İki saat sonra da eh, acılı bir ishal oldum.
*
Gün önceki parkın genişliğini kalıntıları
gezerken anladım. Yüzlerce yıllık dagobalar, manastır kompleksleri, rahip
okulları, taş havuzlar (ne güzellik!), belki de en eski Budist tapınağı..
Nilüferlerle kaplı göletler. Buda heykelleri. Doğa ile tarihin aralarında
çekiştirip durduğu müthiş yoğun, derin bir örtü.
Akşamüzeri, kimin yönetiminde olduklarına bakıp
içtenlikle acıdığım bağırsaklarım yatışır gibi olduğunda şehre yürüdüm. İki
yanı ağaçlı çok geniş caddeler göbeklerle dallanarak uzayıp gidiyor. (Meydanlarda
hoparlörlerden sürekli bir konuşma duyuluyor. Belediye ilanları filan mı diye
sordum. Yok, reklamlarmış. Falanca mağazada filanca mal ucuzlukta gibi şeyler.)
Kaldırım bazen var. Genelde asfalt, kumlu bir şeride
bitişik. Bu şeridin kenarından üstü kısmen örtülü kanallarda kirli su akıyor.
(Gel de daha bu sabah gördüğün 16 yüzyıllık ikiz taş havuzları ile örneği
oldukları sulama dehasını hatırlama ve gelişimin doğrusal olduğuna
inanabilirsen inan!)
Birbirine birkaç kilometre uzakta üç göbek geçtim, sola
dönüp bir tane daha. İpnotize olmuş gibi yürüyordum. İç içe geçmiş, içi dışa taşmış,
insanlara karışan dükkanlar. Yol kenarlarında sonsuz motosiklet, tuktuk kalabalığı,
derken Colombo otobüslerinin durağı (oraya varamayacak, en geç şehri çıktıklarında
dağılacak bir halleri vardı ama binen bineneydi). Kokularla (egzoz, yemek, yağ)
sesler de (bangır bangır müzik, radyo, reklam tellallığı) kendi aralarında birbirini
izliyor, üst üste yığılıyordu.
Adını koyamadığım bir şeyin tarikiyle beni ancak okyanusun
durduracağı yere kadar yürüyebileceğim hissine kapıldım. Gerisin geri döndüysem
iyice alçalan güneş yüzündendi.
Neel, hemen yakındaki pansiyonunda kaldığı arkadaşının akşam
bana pilav-köri yapabileceğini söyledi. Ya herrü ya merrü deyip gittim. Balıktan
patlıcana, ananastan mercimeğe çeşitli köri ve bir leziz! Adam, inceliği de çok
hoşuma gitti. Yeni açtığı pansiyonun (sakin, tertemiz ve zaten bu mutfakla!) kartını
aldım.
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder