Bugün yılbaşı. 14 Nisan. Güneş, uyku arasında Tamil gerillalarıyla
karışan havai fişek gümbürtüleriyle doğdu.
Şunları hiç değilse karanlıkta atsalar, verdikleri
paranın karşılığını görüntü olarak da alacaklar. Ama hayır. Havai fişek burada aslen
bir ses gösterisi.
İnsanlara iyi yıllar dileyerek kahvaltıya indim. Papaya,
ananas, karpuz ve muz tabağımı sabırla beklemeye koyuldum.
Altı yedi masalık yemek salonu yerin geri kalanı gibi.
Eşyalar sadece kendi amaçlarına hizmet ediyor. Gözü oyalamak, okşamak, boyamak
gibi bir kaygı duyulmayan yerlerdeki o rasgele bir araya getirilmiş, dağılana
kadar kullanılan şeyler.
Bir köşedeki büyük, açık, oymalı ahşap konsol üst üste
konmuş inceli kalınlı dosya dolu. Mutfak duvarına bitişik geniş rafta
karmakarışık öteberi, kağıtlar. Fişe takıldığında daha da ışıldayan küçük boy
kitç bir elektrikli manzara resmi. Tel askılıklarında güneşten solmuş Sri Lanka
kartpostalları.
Durdukları yerde günün modasından uzaklaştıkça uzaklaşıp
köhneyen böyle yerler iç kıyıcı bir hayattan kopukluk hissi de verebilir. Ama
burada bu görünüm, sürekli hareket ve sahib Faiesz bey ile güven telkin eden
bir ayakları yere basarlık izlenimi uyandırıyor.
Kahvaltıdan sonra, önerilerinize ihtiyacım var deyip
oturma odasında kağıtlara gömüldüğü masada karşısına geçtim.
Beyaz mintanı, esmer, değirmi yüzü, sarkık alt dudağı,
seyrek bıyığı, insana aynı anda ciğerini okur ve şefkatle bakan gözleriyle
Faiesz bey, evrensel amca tipi. Tatlı sert, duruma hakim, sözü namus. Konuşmayı
da seviyor.
Bir sonraki durağım Ella için oda ararken biraz da benim
verdiğim dürtülerle konudan konuya geçerek ülkesinin epey bir resmini çizdi. İnsanların
başına buyrukluğuyla güvenilir personel bulmanın zorluğundan ve kaç gündür
süren havai fişek çılgınlığından başladı, savurganlığa, şekilden, kabuktan
ibaret sürdürülen Budizmin nasıl bir sömürü aracı haline getirildiğine geçti.
“Şu Diş Tapınağını al. Dün bin rupi vererek girdin, değil
mi? Bu ülkeye yılda bir milyon turist geliyor. Yüzde doksanının Kandy’ye
uğradığını, bunların hemen hepsinin de tapınağı ziyaret ettiğini bir düşün. Kaç
para bıraktıklarını. Çevreye, halka, ihtiyacı olanlara ne kadarını veriyorlar
dersin? Ben sana söyleyeyim. Hiç. Zırnık koklatmazlar. Her gün bir başkasını
omuzlarına attıkları pırıl pırıl turuncu rubalarıyla insanlardan kopuk, ortalarda çalım satarlar. Şefkatmiş, merhametmiş, felsefelerinin özü
umurlarında değildir. Çoğunluktalar diye onları söylüyorum. Konu dini kullanmak
olunca Katolik rahiplerin, Müslüman imamların da geri kalır yanı yoktur.
Aralarından tek tük insan çıkacaksa da hepsinden çıkar.”
Ve uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözleri dolarak
hayatta en çok saygı duyduğum kişilerden biri dediği, kendini insanlara adamış,
olanca yoksulluğuna rağmen kimseden tek kuruş kabul etmeden onlar için çalışıp
çabalayarak bu dünyadan göçüp gitmiş Katolik papazı anlattı.
Arada Ella’ya telefon üstüne telefon ediyordu. Konaklama
yerleri ya dolu ya kapalıymış.
“Çalışmaktan kaçıyor bu insanlar! İş varsa çalışacaksın.
Alnının akıyla, insanları memnun ederek kazanacak, kazandığını da dağıtmayı
bileceksin.”
Açılan bir telefona “Hayır, hayır” dedi benim için.
“Yalnız gelen bir hanım ama hiç öylelerinden değil. Benim arkadaşım.” Telefonu
kapadıktan sonra açıkladı. “Yalnız gezen kadın turistlerin soruna yol
açmasından korkulur da.”
Programı Ella’dan Adem Tepesine çevirmeyi düşünmeye
başlamıştım ki kalabalık bir grup için öğle yemeği hazırlıklarına girişmesi
gerektiğini söyledi. “Bana birkaç saat izin ver, sana yer bulacağım.”
Meselenin hallini Evrensel Amcama havale etmiş, içim
rahat kıyıya indim. Kaç asırlık dev ağaçların koyu gölgeleri altında tepelerin
yeşili vuran gölün etrafını dolanmaya başladım. Aralarda kolonyal yapılar,
tapınaklar, altın çatılı Budist yayınları cemiyeti. Az biraz turist, çoluk
çocuk gelen bolca yerli. Diş Tapınağına vardım. Kapalı sandığı içinde Buda
dişine kesintisiz çalınan davulların sesi ta ötelerde gümbürdüyordu. Faiesz’in
burnundan soluk vererek şekil! kabuk! deyişini hatırladım. Çenesinden kopmuş,
çoktan ölmüş bir diş diye ekledim. Sonra, gün önceki gey ressamın, beyninin
ruhaniyet merkezini harekete geçirmiş insanlara özgü o, sıradan kimselerin
göremediği bir ışığı görür, nurlu yüz ifadesi gözümün önüne geldi. “Biz, büyük
dinlerin müminlerinin tersine Buda’dan bir şey niyaz etmeyiz. Sadece bize örnek
olmasını, yolumuza ışık tutmasını dileriz.”
Queen’s otelinin köşesinden dönüp arkalarındaki geniş
sokaklara daldım. Çoğu dükkan kapalıydı. Havai fişek satıcılarıysa talebi zor
karşılarcasına çoğalmış. Modern bir alışveriş merkezi –sadece iki uzun katlı,
az da bir yer tutuyor. (Bakalım şu çılgınlığın burayı bulması ne kadar
sürecek.) Duvar dibinde uyuyan bir evsiz. (Bir haftada gördüğüm evsiz sayısı
tek elin parmaklarını geçmez.) Batı tarzı bir pastaneden aldığım yavan
dondurma. Epey dolandım ama dışarıda oturup çay, kahve içilecek bir yere
rastlamadım.
Çemberi tamamlayıp başladığım noktaya döndüğümde vakit
anca öğleyi bulmuştu.
Yenimden çekiştiren nahoş bir telaş. Zihnimi çevirip ne
diyor diye baktım.
“Şimdi ne yapacağız? Akşama kadar dünya vakit var. Hem
belki ayarlamalar yarın da burada kalmamızı gerektirecek. Daha bir buçuk gün
eder.”
“Ee?”
“Olabildiğince çok şey görmemiz, yapmamız gerek. Onca
yolu boş oturmaya gelmedik!”
Zevk almadan yaladığım yavan dondurma gibiydi. Soğuk.
Tatsız.
“Boş mu?” diye karşılık verdi diğeri. “Oturur, şu küçük
bahçenin, güneşin, havanın iyice farkına varmaya kendimizi bırakabiliriz. Anın.
Hayatta olmanın. Çevremiz Buda’nın hatırlatıcılarından geçilmezken boşluk deyip
tırstığın şeyi yaşayan bir meditasyon haline getirmede bunu neden fırsat
bilmeyelim?”
Anın dipsiz derinliğine oraya buraya savrulmadan taş gibi
inen bir zihin de evet, boştur. Kendinden, renkten, hareketten,
avutucu eğlenceden. Ama bu iki “boş” arasında uçurum var.
“Sonra yazarız. Kendimizi buna vermenin nasıl olduğunu
sen de biliyorsun.”
Nahoş telaş yenimi bıraktı.
Bu iki yönün, yüzeydeki ve altındakinin ayrımına bir
süredir uyanan farkındalık, yolculukla iyice belirginleşti. Seyahat boşuna
ilişkilerin mihenk taşı sayılmıyor. Hareket, yerinden oynama, geçiştirilen, yok
sayılan şeyleri de yerinden oynatıyor. Takke düşüyor, keller görünüyor. İnsanın
iç ilişkilerinde de bu böyle.
Ve galiba içerde neler olup bittiğini açıklıkla görebilmenin
en iyi yolu, çelişkileri törpüleyip çok başlılığı görünürde tutarlı bir teklik
haline getirmeye çabalamaktan vazgeçmek.
Alabildiğine sıradan, geçmişinin orası burasından benimsediklerini
papağan gibi tekrarlayan, tazelik, yaratıcılık fukarası yüzeydeki yan ile
denizi bitirecek kadar uzun süre yaşadıktan sonra diplerden bir hareketlenme
başladı. Ondan ibaret olmadığımı hatırlatan tatlı, sıcak bir ses. Ötekini
bastırmadan, aşağılamadan, yargılamadan. “Bir de bu var, bir bak” diyen.
Çürüyüp kopmak üzere ilerleyen tırnağın altından gelen
sağlıklı, güçlü yenisi.
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder