Sakin bir geçiş isterseniz Colombo’dan değil, havaalanı
yakınlarındaki sahil kasabası Negombo’dan başlayın diyen Lonely Planet’i
dinledim. Önceden ayırttığım tek yer de buradaydı.
Güneş altı buçukta batalı çok olmuş, karanlık bir
geçitteki düşük aydınlatmalı hoş otelde iri bir hamamböceğiyle paylaşacağım
anlaşılan odaya eşyamı atıp çıktım. (Hayır, öldürmedim tabii. Geçmişte
birbirini kırıp geçirmiş de olsa bunca Budist ve Hindu arasında yakışık
almazdı, değil mi?)
Günü, sönükleşmeye başlamış pansiyonlar caddesinde bir
çanak deniz ürünleri salatası başında bitirdim. Lezizdi.
*
Gecenin derin sessizliği yerini sabaha karşı ötüşü
yabancı kuşlara bıraktı. Kuşu, insanlarıyla başka başka öten bir ülke. Kulağa
ne şenlik.
Aheste dönen pervanenin esirgeyiciliğinden çıktığım an
rutubetin yeniden içindeydim. Işıkla körükleniyordu şimdi.
Kısa, dar bir geçitten okyanus kıyısına indim. İncecik
kumlu, koca sahil bir yanında sık hindistancevizi ağaçlarıyla uzayıp gidiyordu.
Açıklarda, Çin Denizindeki yelkenlileri hatırlatan ve içimi hop ettiren balıkçı
tekneleri. Pasifik’ten çok daha pasifik bir Hint Okyanusu.
Birkaç kilometrelik bir yürüyüşün ardından pabuçlarımdan
taşan bir su birikintisine dönüşeceğimi anlayınca kırmızısına çekildiğim bir üçtekerlinin,
tuktukun yanına gittim. Peşimden
seslenenlerden görülecek yerleri öğrenmiştim. Balık pazarı, Budist tapınağı,
bir de Negombo çarşısı. Kaça olur? Bekle işareti yapıp koltuğunun altından
kalın pembe kartonlu, göz gibi korunan bir albüm çıkardı. “Lagün var, Hindu
tapınağı, baharat bahçesi, kanal var, istediğin yerler de. Hepsi!” Tuktukçulara
aldanmayın, müşteriyi kaptığı gibi bir iki yüz kilometre öteye götüreni eksik
olmaz; mesafe ve fiyatı önceden sorun uyarısı kulağımdaydı. Oh, 5-6 kilometre
bir şey, dedi. İki saat sürer.
Üç buçuk saat sürdü.
Tuk-tuk, yerin en büyük katedraline gittik ilk. Sri
Lanka’da azınlıkta olan Katolikler Negombo’da çoğunlukta. Adım başı kilise,
bolca da köşebaşı mihrapları var. Katedralde değil ama bitişiğindeki modern
şapelde ayakkabılar çıkarılıyor. Adetlerin harmanlanması hoşuma gitti.
Ardından, balıkçıları koruyup bereket getirmenin İsa’ya
havale edildiği balık pazarına. Müthiş bir tuzlanmakta balık kokusu ta
ötelerden yolu tutmuş. Rehberim beni üstü kapalı, dört yanı açık hal binasından
yanında uzanan kumsala çıkardığında koku da yolu bırakıp göğü tutmuştu! Kumlar
üzerine serili çuval bezlerinde bir iki metre genişlik, metrelerce uzunlukta,
balığına göre çeşit çeşit motifli organik halılar! Kına renkli bir tür mürekkep
balığından kesilmiş parçaların neresi olduğu çıkarılamayacak kadar iri deniz
azmanlarına, baykuş kafalılardan küçümen tabak balıklarına. Aklıma
gerçeküstücüler geldi. Burası görüldükten sonra yapılmış diyeceğim bazı
resimler. Aldığım zevkte kendimi onların vekili hissettim.
Balıkçılık Negombo’da sıradan ölümlülerin geçim
kaynağıymış. Denizden bir buçuk ay sonra döndükleri olurmuş.
Tuzlanarak kurutulan balıklar ise iç kesimlere
satılırmış.
Asıl satışların sabah erkenden yapıldığı boşalmış halde,
çocukluğumdan bir görüntü: Taş tezgahlar üzerine kıvrılmış uyuyan satıcılar.
Orada burada, önlerindeki kılıç balığı, tuna, fileler içinde böcekler, karides
ve ıstakozlara bunlar incik boncuk ya da tereotuymuş gibi, sattıklarının
azametine kayıtsız ifadeleriyle alıcı bekleyen kadınlar..
Kanal başında, buradan da ama sadece güneşte iyice solmuş
bir afişiyle sorumlu tutulduğu görülen İsa ile bir de ton balığı satış yerine
girdik. Kanlı tezgahların altında uyuklayan köpekler, yerde sıra sıra ton
balığı. Al işte, salatana düşünmeden serpiştirdiğin varlıkların sondan iki-üç
önceki halleri.
Ve kanalda, pruvası gözümü alamadığım dolgun ve kıvrak
Sinhala yazılı rengarenk, iriliği tonlarınkiyle orantılı tekneler.
Tuhaf. Balıkların başında rızkını arayanlar köpekler –ve
martılarla başka su kuşları. Bu iki günde gördüğüm sokak köpekleri de hep ufak
tefek. Kediyse (siyamı andıran üçgen suratlı) pek az.
Lagünde o Çin Denizi çağrışımlı yelkenlilerin katamaranın
atası olduğunu gördüm. Bir yanlarında gövdelerine koşut kütüklerden denge
kanatlarıyla (?).
Yemyeşil sokaklarda bahçe içinde bir iki katlı evler
önünden geçtik. Usulen dikilmiş duran bahçe duvarları korkudan çok güven
çağrıştırıyordu. Suç oranını sorduysam da derdimi anlatamadım. Sorumun cevabını
bugünkü rehber-şoförüm Neel verdi: Evet, Negombo ve –büyük şehirlerde yaşanabilenler
hariç- genelde Sri Lanka artık güvenli bir yer. Tek tük işlenen suçların çoğu
altında da dışarıdan gelenler (ah, “onlar”!) var.
Bir “ayurveda bahçesine” geldik. Ayurvedik ilaçların,
mamullerin hammaddelerinin üretilip satıldığı bir tropikal yama daha. Almam
beklenip ilgilenmeyişimle düş kırıklığı uyandırdığım bir yer. (Ama Neel’e göre
bu işin asıl merkezi ülkenin doğusu, burası sadece turistler içinmiş.)
Ayurveda burada akım değil, hayatın parçası. Ama
anlaşılan bu, turistlerin ilgisine göre cilalanmış (ya da alabildiğine sömürülen)
bir yanı da olmadığı anlamına gelmiyor.
Derken Negombo’nun merkezine. Tuktuklar, mobilet,
bisikletler, geniz yakan egzoz, derme çatma tezgahlar, hareket, oradan buradan
yükselen yerel (Hint müziğini çok andıran) müzikler ve baharat, köri
kokularıyla rengarenk bir keşmekeş. (Zavallı Für Elise’nin aynı elektronik
versiyonuyla irkilerek döndüğümde bizdeki tüp gaz kamyoneti yerine seyyar
piyango bileti satıcısıyla burun buruna geldim. Ve bir kez daha Beethoven’un
bir beş dakikalığına günümüze uyanmasını diledim.)
Son olarak Budist tapınağı. Çan biçimli stupa ve Las
Vegas’ın güney-doğu Asya çeşitlemesi gibi gelen abartılı renkli heykelleriyle
tapınak. Ama dikkatimi asıl çeken, bunların karşısındaki kararmış taş yapı
oldu. Taşın böyle eskimesinde insanın (en azından benim) arkaik yanına dokunan
bir şey var.
Cafcaflı heykelleri geçip nefes kesen bir tiner
kokusu ve bir omzunu açıkta bırakan turuncu çarşafıyla sarmalanmış asık suratlı
rahibin peşi sıra içeri, dışarıdakilerden geri kalmayan heykellerin arasına
daldım. Kokuyu “restorasyon” diye açıkladı rahip. “Yeni görünse de bu heykeller
200 yıllık ve bakıma ihtiyaçları var.” Başından sonuna insan hallerinin temsil
edildiği bir grup için “Yaşam döngüsü” dedi. Herhangi bir tefekküre geçit
veremeyecek kadar oyuncaksıydılar. Onları bırakıp “Sri Lanka ve Tibet Budizmi
çok farklı mı” diye sordum. “Hem de çok!” Neredeydi peki fark? (Birinin
şekilciliği olabilir mi?) Ama ilgisini çoktan kaybetmişti. Sorumu yanıtlamak
yerine beni başka bir grubun başına götürerek yüksek rölyef tarzındaki
ustalıklarına işaret etti. İlgimi ben de kaybetmiş, teşekkür edip çıktım.
Güneş batarken yine okyanus kıyısına indim. Yüzen, balık
tutan, oturmuş günbatımını seyreden yerliler, tek tük turist, pahalı bir otelin
tutuşturulmayı bekleyen kamp ateşleriyle kumlar üzerine kurulan akşam yemeği
büfesi.. Paçalarımı sıvayıp su çizgisi boyunca yürüdüm. Şu sıra Akdeniz’in olmadığı
kadar sıcaktı su ve usul. Bileklerimden kavrayıp içine çekmeye yanaşmadı.
Sabahtan gözüme kestirdiğim bir lokantada üç kuruş beş paraya
bol baharlı, zehir gibi acı, iyi bir balık türlüsünü erkenden yiyip odamın balkonuna
çekildim.
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder