Kıyı boyu kararmış duvarlarıyla bir kısmı temelli terk
edilmiş evler, yapılar var. Tsunamiden kalma.
“Sen o gün neredeydin Sangheet?”
“Bir gün önce tam buraya (Unawatuna) İsviçreli turistleri
getirip bırakmıştım. Turlarının son günüydü. Birlikte yemek yiyelim diye gece
kalmam için çok ısrar ettiler. Ama ertesi akşam Kandy’de bir transferim vardı,
döndüm. Onlardan bir daha haber alamadım.”
“Buraya felaketten sonra ilk ne zaman geldin?”
“Kısa bir süre sonra. Kendi gözlerimle görmek istedim.
İnanılmazdı!”
Nehir turundan dönüşte, bir tsunami müzesi var, görmek
ister misin, dedi.
Küçük bir kulübe önünde durduk.
Rutubetin kıvırdığı fotograflarla kaplı duvarlar. İçime
şöyle bir bakışta çöken kurşun gibi bir ağırlık. Sonra, fotograftan fotografa,
apansız yakalanan insanlar. Parçalanış.
Okuyorum.
“Sri Lankalılar için sıradan bir gündü. Güneşli bir Noel
ertesi. İnsanlar kıyıdaki akrabalarını ziyarete gelmişti. Birden bir dalga
içlere uzandı..”
İlk dalganın ardından bir kilometre kadar çekilen denize
ne oluyor diye bakmaya gidenler. Sağ çıkanların çektiği resimler. Dev bir
dalgayla geri dönen okyanus.
“Şu elektrik tellerini görüyor musunuz? İşte onların
üzerinden aştı. Demek ki 10 metreden fazlaydı.”
Ufak tefek, kırklarında görünen bir kadın. Müzeyi o
kurmuş.
Dehşetin, çığlık çığlığa acının fotograflarından kendimi
alıp onun kayıplarını sordum. Evim gitti, dedi. Her şeyim. Şu zemin, geride
sadece o kaldı.
Sonra Galle’daki otobüs terminalinin mahvını, biraz ötede
anıtı olan tren felaketini anlattı (çiğnenip tükürülmüşe dönen vagonlar, ceset,
demir, ray, nesnelerden oluşma bir amalgam).
Derin bir acıyla yontulmuş insanlara özgü bir ağırlığı
vardı. Hayatın çikolata yüzünün ötesine geçip de dönenlerin ağırlığı.
Yalnızlığı. Ama bu, sonuna kadar taşıyacakları yükün kim bilir ne kadar hafif
bir yanı. Yaşamayan bilemez. İzleri karşısında yüreğine kurşun ağırlığı çöker.
Acıya duygudaşlıkla dokunur belki ama bilemez.
“Arka tarafta, çocukların yaptığı resimler var, görmek
isterseniz..”
Daha büyük bir barakada çocuk gözüyle felaket resimleri.
Fotograflar faciayı dışından belgelerken içinden nasıl yaşandığının doğrudan,
olduğu gibi ifadesi. Çocuk çizgileriyle sulara kapılmış karmakarışık ölüler, araçlar,
moloz. Ve yine de rengarenk. Çocuk renkleri. Aralarından yumruk gibi fırlayan
bir tanesi. Bunda figür yok. Kızıl bir leke dışında kağıdı olduğu gibi dolduran
kopkoyu renkli bir girdap çizimi!
Tüylerim diken diken, ağlıyorum.
“Sizin için zor değil mi? Yani felaketi belgelemek
elbette önemli bir hizmet. Ama böyle gün be gün bu fotograflarla, resimlerle
yaşamanın sürdürdüğü acı? Bazen unutmaya bırakmak daha iyi değil mi?”
Garip ama acının tatlılaştırdığı bir sesi var.
“Uzun zaman sadece unutmak istedim. Hatırlamaya
dayanamıyordum. 2006’ydı. Hollandalı bir kadın beni ikna etti. Avrupa’da böyle
büyük felaketlere nasıl anıtlar yapıldığını anlattı. Yaraların iyileşmesi için
hatırlamak gerektiğini söyledi. Düşündüm. Bunda insanların alması gereken bir
ders var. Kendimizi yolunda akıp giden hayatlarımıza kaptırıyoruz. Hırslarımız,
mücadelelerimiz, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz.. On metrelik bir dalgayla doğa
gerçek gücünü gösterdiğinde bunların hepsi öyle küçük ki. Ve bu aslında ölüm
değil. Hayat! Biz onun karşısında şu kadarcığız.”
İki parmağını iki santim aralayarak derin bir nefes aldı.
Akıcı bir İngilizcesi vardı ama tekrarlana tekrarlana otomatikleşmiş bir
konuşmayla değil, her bir sözcüğünü derinlerden, taze duyarak ağır ağır
anlatıyordu.
“Kendimi dine verdim. Bazen İncil, bazen Buda’ya
sığındım. Sonra babama danıştım. Yap, dedi. Elimde turistlerin çektiği
fotograflar vardı. Giden evimin yerine bu kulübeleri yaptırdım. Belgeleri
toplamaya başladım. Burada çok büyük bir ders var. Onu aktarmanın önemli olduğunu
düşünüyorum. Gelip görene. Alana.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder