4 Mayıs 2013 Cumartesi

BAŞKA GÜN


Güneş doğuşunu yirmi dakika geçire, hiç fena olmayan bir uykudan uyandım. (Pervanenin tam göbeği altına şişe geçirilmiş yengeç gibi serilmek işe yarıyormuş.)

Kıyıya indim. Okyanus sabah idmanını yapıyordu. Kamçı gibi art arda şaklattığı 2-3 metrelik dalgaların şiddetine göre su çizgisi 15-20 metre oynuyor. Bunu, aşağı yukarı düz ilerleyeceğini varsaydığım çizgiye giderken yarı yolda beni belime kadar ıslatıp bir o kadar daha devam eden ilk yalama ile anladım.



2004’te güneydoğudaki (buraya çok yakın) Yala Milli Parkını kötü vuran tsunamide bütün ailesini  kaybeden bir kadının anılarını okuyorum. Önce sadece köpükler varmış, anormal bir mesafeye, berideki palmiyelere kadar uzanan sakin su çizgisi. O kadar.

Gücünün, ayağımı hışımla yalayıp çekilişindeki şu tadımlık örneği bile gerisini tüylerin ürpererek hayal etmeyi ne kadar kolaylaştırıyor.




*

Kahvaltı meditasyonundan:

Yolculukların en iyi gelen tarafı insanı esnekleştirmesi. Nereye olursa olsun. Aşina olduğum, dayanak, bir anlamda mihenk taşı yerine geçen şeyleri bunun için sürdürmüyorum. Okumak (bulduğum yerel yazarlar hariç). Kendi müziklerimi dinlemek. Internet. Anı bütün tazeliğinde sen de taze, yeni, çıplak, “boş” karşılamak, en derininden meditasyona çok yakın. Alışılmışın dışında geçirilen hiçbir ana bu açıdan paha biçilemez.

Aslında o tozlu, uyuşuk, hantal kanıksamışlık örtüsünü sıyırdığımız saniye bütün bir yaşam öyle değil mi? Nerede, nasıl olursak olalım. Hayatın kendisi, bu uçsuz bucaksız haz, doyum bulduğum yolculukların en hası?

Ama etkisini, tutuculuğunu gün be gün pekiştirdiğimiz o örtüyü sıyırmak nasıl bir sıçrama gerektiriyor: İçgörüsü şimşek gibi çakıp da insan bir anda uyanmadıkça dışarıdan gelecek bir dürtü. Gömüldüğün balçık zeminden tutunup kendini kıyıya çekeceğin bir dal gibi. Pundunu bulduğumda herhangi bir an gerçekleşen bu silkelenmeyi, çıkışı, pundunu bulamaz olduğumda yolculuklar işte böyle sunuyor.

Bilenmiş bir farkındalıkla yaşamak. Anlamak, hissetmek için bakmak. Dokunmak. Bir olacak kadar yaklaşmak.

*

Hadi bakalım Kella, api yamu!

Tangalla’nın içi pek güzelmiş. Temiz, derli toplu. Bugün gördüğüm bütün kıyı zaten.



Büyük şehirlerinden Matara’dan geçerken otobüs terminalinin olduğu koyda durduk. Müthiş bir esinti denizden havalandırdığı su zerrecikleriyle görüşe tül gibi inmiş, dalgalar dövebilecekleri her şeyi dövmekte. Bir köprü, biraz açıkta kayalık üzerine kurulu tapınağı karaya bağlıyordu.

Tapınağın adı Parey Dewa imiş (Sudaki Kaya). Köprüden geçip sandaletlerimi çıkardım, verdikleri sarongu şortumun üzerine bağladım. Bol Buda heykeli tabii ama en hoşuma gideni tapınağın aşağısında, renkli kumaşlar geçirilmiş çardağın bir köşesinde oturanı oldu. Rüzgar bezleri yırtmış, parçalamış. Rengarenk dalgalanan paçavralardan açılan pencerelerden kudurgan okyanus görülüyor. Demirlere tüneyip Buda’ya göz kulak olan kargalar.. Ve asıl, tapınağın şu konumu.


Şehri çıkarken “İyiymiş” dedim. “Colombo da böyle midir?”

“Çok kalabalıktır. Nefes aldırmaz.”

Sangeeth sonunda “Ne yapacaksın Colombo’da?” diye sormuştu. “Yani seni anlamaya başladığımı sanıyorum. Doğa seviyorsun, tarih seviyorsun, sakinlik. Colombo’ya iş için gidiyorsan iyidir, merkez orası. Ama binadan başka şey yok. Yeşil yok. Sıcaktan sokaklarda doğru dürüst yürüyemezsin.. Galle etrafında harika kumsallar var. Colombo yerine hoşuna giden bir yerde bir iki gece fazla kalsan?”

Bu çocuğa kulak vermeli.

Önerdiği, Lonely Planet’in de ona katıldığı yerler arasında Mirissa da vardı. Gördüğümde nedenini anladım. Kolları hindistancevizleriyle kaplı, Tangalla’dan daha ufak (“ama yüzülebilir”) müthiş bir koy. Sorun, buradaki az sayıda yerin sürekli dolu olması. Haftalar önceden yer ayırtmak gerekiyor ya da Nisan sonu-Temmuz arası gelmek (ama o da muson zamanı). Koyun sonundaki tatil köyünde durduk. Gezi dergilerinden fırlama bir yer. Bir ananas lassi söyleyip hülyalara daldım.



Taprobane’ı mutlaka görmek istediğimi söylemiştim.

Taprobane, çok isimden geçmiş Sri Lanka’ya Romalıların verdiği ad.

(Sömürge dönemindeki Seylan, Sinhalalar Adası anlamına gelen yerli ifadeyi kendi söyleyişlerinde Ceilao, Ceylan ve Ceylon’a çeviren Portekiz, Hollandalı ve İngilizlerden. Yerliler için ise burası, efsanevi krallarının adıyla oldum olası Lanka/Llankai imiş. Bağımsızlıktan sonra başına aziz anlamına gelen Sri eklenmiş.)

Weligama’da, cezir zamanı yürüyerek ulaşılacak kadar kıyıya yakın bir adacığın da adı bu. Ve burası, Sri Lanka’ya geliş nedenim.

Paul Bowles’un yolculuk notları Travels’ta rastladığımda mıknatısa çekilen toplu iğne gibi olmuştum. “Tamam, Sri Lanka’ya gidiyoruz!”



Bowles, parasını at yarışında kaybeden eski sahibinden satın aldığı adayı, herkesin düşlediği böyle bir yer vardır diye anlatıyor. Kapıyı arkanızdan kapadığınızda dünyanın kiri pasını geride bırakarak huzuru bulacağınız bir köşe. Adacığın fışkıran yeşilinden çatısı şöyle bir seçilen antika mimarili evi gördüğünde “Burası!” demiş. Spider’s House romanını burada yazmış.

O ev bugün bir otel. Geceliği de sezonuna göre 1–2bin dolar arasıymış. Adanın giriş kapısı kapalıydı ama açık bile olsa o sık yeşillik içinde bir şey görebileceğimi sanmıyorum.



Sangeeth, Galle Fort’un (ya da yalnızca Galle) içi değil de birkaç kilometre ötedeki Unawatuna kalmak için daha iyidir demişti. “Galle sıcaktan kaynar. Oteller de daha pahalıdır.” Yer ayırttığı pansiyona geldik. Yol üzerindeki Summer Garden. Önce irkildim ama dönüp birkaç kere daha bakacağım kadar yakışıklı adamı görünce dikkatim dağıldı. İliklerinden başlayan bir gülümsemesi var. Tamam, gayet iyi, dedim. Hem zaten trafik saat kaça kadar sürer ki. Deniz üstündeki çepeçevre açık lokantası gerçekten tam bir yaz bahçesi. Oda tertemiz, klimalı, denize bakıyor ve balkon kapısını açtın mı trafiğin sesi okyanusun gümbürtüsü altında silinip gidiyor.

Sıcak biraz yatışsın, Galle’a ineceğiz.


(arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder