Güneş doğuşunu yirmi dakika geçire, hiç fena olmayan bir
uykudan uyandım. (Pervanenin tam göbeği altına şişe geçirilmiş yengeç gibi
serilmek işe yarıyormuş.)
Kıyıya indim. Okyanus sabah idmanını yapıyordu. Kamçı
gibi art arda şaklattığı 2-3 metrelik dalgaların şiddetine göre su çizgisi
15-20 metre oynuyor. Bunu, aşağı yukarı düz ilerleyeceğini varsaydığım çizgiye
giderken yarı yolda beni belime kadar ıslatıp bir o kadar daha devam eden ilk
yalama ile anladım.
2004’te güneydoğudaki (buraya çok yakın) Yala Milli Parkını kötü vuran tsunamide bütün ailesini kaybeden bir kadının anılarını okuyorum.
Önce sadece köpükler varmış, anormal bir mesafeye, berideki palmiyelere kadar
uzanan sakin su çizgisi. O kadar.
Gücünün, ayağımı hışımla yalayıp çekilişindeki şu
tadımlık örneği bile gerisini tüylerin ürpererek hayal etmeyi ne kadar
kolaylaştırıyor.
*
Kahvaltı meditasyonundan:
Yolculukların en iyi gelen tarafı insanı esnekleştirmesi.
Nereye olursa olsun. Aşina olduğum, dayanak, bir anlamda mihenk taşı yerine
geçen şeyleri bunun için sürdürmüyorum. Okumak (bulduğum yerel yazarlar hariç).
Kendi müziklerimi dinlemek. Internet. Anı bütün tazeliğinde sen de taze, yeni,
çıplak, “boş” karşılamak, en derininden meditasyona çok yakın. Alışılmışın
dışında geçirilen hiçbir ana bu açıdan paha biçilemez.
Aslında o tozlu, uyuşuk, hantal kanıksamışlık örtüsünü
sıyırdığımız saniye bütün bir yaşam öyle değil mi? Nerede, nasıl olursak
olalım. Hayatın kendisi, bu uçsuz bucaksız haz, doyum bulduğum yolculukların en
hası?
Ama etkisini, tutuculuğunu gün be gün pekiştirdiğimiz o
örtüyü sıyırmak nasıl bir sıçrama gerektiriyor: İçgörüsü şimşek gibi çakıp da
insan bir anda uyanmadıkça dışarıdan gelecek bir dürtü. Gömüldüğün balçık zeminden
tutunup kendini kıyıya çekeceğin bir dal gibi. Pundunu bulduğumda herhangi bir
an gerçekleşen bu silkelenmeyi, çıkışı, pundunu bulamaz olduğumda yolculuklar
işte böyle sunuyor.
Bilenmiş bir farkındalıkla yaşamak. Anlamak, hissetmek
için bakmak. Dokunmak. Bir olacak kadar yaklaşmak.
*
Hadi bakalım Kella, api yamu!
Tangalla’nın içi pek güzelmiş. Temiz, derli toplu. Bugün
gördüğüm bütün kıyı zaten.
Büyük şehirlerinden Matara’dan geçerken otobüs
terminalinin olduğu koyda durduk. Müthiş bir esinti denizden havalandırdığı su
zerrecikleriyle görüşe tül gibi inmiş, dalgalar dövebilecekleri her şeyi
dövmekte. Bir köprü, biraz açıkta kayalık üzerine kurulu tapınağı karaya
bağlıyordu.
Tapınağın adı Parey Dewa imiş (Sudaki Kaya). Köprüden geçip sandaletlerimi çıkardım, verdikleri sarongu şortumun üzerine bağladım. Bol Buda heykeli tabii ama en hoşuma gideni tapınağın aşağısında, renkli kumaşlar geçirilmiş çardağın bir köşesinde oturanı oldu. Rüzgar bezleri yırtmış, parçalamış. Rengarenk dalgalanan paçavralardan açılan pencerelerden kudurgan okyanus görülüyor. Demirlere tüneyip Buda’ya göz kulak olan kargalar.. Ve asıl, tapınağın şu konumu.
Şehri çıkarken “İyiymiş” dedim. “Colombo da böyle midir?”
“Çok kalabalıktır. Nefes aldırmaz.”
Sangeeth sonunda “Ne yapacaksın Colombo’da?” diye
sormuştu. “Yani seni anlamaya başladığımı sanıyorum. Doğa seviyorsun, tarih
seviyorsun, sakinlik. Colombo’ya iş için gidiyorsan iyidir, merkez orası. Ama
binadan başka şey yok. Yeşil yok. Sıcaktan sokaklarda doğru dürüst
yürüyemezsin.. Galle etrafında harika kumsallar var. Colombo yerine hoşuna
giden bir yerde bir iki gece fazla kalsan?”
Bu çocuğa kulak vermeli.
Önerdiği, Lonely Planet’in de ona katıldığı yerler
arasında Mirissa da vardı. Gördüğümde nedenini anladım. Kolları hindistancevizleriyle
kaplı, Tangalla’dan daha ufak (“ama yüzülebilir”) müthiş bir koy. Sorun,
buradaki az sayıda yerin sürekli dolu olması. Haftalar önceden yer ayırtmak
gerekiyor ya da Nisan sonu-Temmuz arası gelmek (ama o da muson zamanı). Koyun
sonundaki tatil köyünde durduk. Gezi dergilerinden fırlama bir yer. Bir ananas lassi söyleyip hülyalara daldım.
Taprobane’ı mutlaka görmek istediğimi söylemiştim.
Taprobane, çok isimden geçmiş Sri Lanka’ya Romalıların
verdiği ad.
(Sömürge dönemindeki Seylan, Sinhalalar Adası anlamına gelen yerli ifadeyi kendi söyleyişlerinde
Ceilao, Ceylan ve Ceylon’a çeviren Portekiz, Hollandalı ve İngilizlerden.
Yerliler için ise burası, efsanevi krallarının adıyla oldum olası Lanka/Llankai imiş.
Bağımsızlıktan sonra başına aziz anlamına gelen Sri eklenmiş.)
Weligama’da, cezir zamanı yürüyerek ulaşılacak kadar
kıyıya yakın bir adacığın da adı bu. Ve burası, Sri Lanka’ya geliş nedenim.
Paul Bowles’un yolculuk notları Travels’ta rastladığımda mıknatısa çekilen toplu iğne gibi
olmuştum. “Tamam, Sri Lanka’ya gidiyoruz!”
Bowles, parasını at yarışında kaybeden eski sahibinden
satın aldığı adayı, herkesin düşlediği böyle bir yer vardır diye anlatıyor.
Kapıyı arkanızdan kapadığınızda dünyanın kiri pasını geride bırakarak huzuru
bulacağınız bir köşe. Adacığın fışkıran yeşilinden çatısı şöyle bir seçilen
antika mimarili evi gördüğünde “Burası!” demiş. Spider’s House romanını burada yazmış.
O ev bugün bir otel. Geceliği de sezonuna göre 1–2bin
dolar arasıymış. Adanın giriş kapısı kapalıydı ama açık bile olsa o sık yeşillik içinde bir
şey görebileceğimi sanmıyorum.
Sangeeth, Galle Fort’un (ya da yalnızca Galle) içi değil
de birkaç kilometre ötedeki Unawatuna kalmak için daha iyidir demişti. “Galle
sıcaktan kaynar. Oteller de daha pahalıdır.” Yer ayırttığı pansiyona geldik.
Yol üzerindeki Summer Garden. Önce irkildim ama dönüp birkaç kere daha
bakacağım kadar yakışıklı adamı görünce dikkatim dağıldı. İliklerinden başlayan
bir gülümsemesi var. Tamam, gayet iyi, dedim. Hem zaten trafik saat kaça kadar
sürer ki. Deniz üstündeki çepeçevre açık lokantası gerçekten tam bir yaz
bahçesi. Oda tertemiz, klimalı, denize bakıyor ve balkon kapısını açtın mı
trafiğin sesi okyanusun gümbürtüsü altında silinip gidiyor.
Sıcak biraz yatışsın, Galle’a ineceğiz.
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder