Gecenin tatlı serinliği (üzerime battaniye örttüm!)
güneşle birlikte dağıldı. Tepeye karşı bir kahvaltı ve Zion View’dan ayrıldım.
Ella’nın hemen dışındaki Rawana çağlayanına doğru büklüm büklüm yola çıktık.
Kendimi direksiyonda hayal ederek soldan trafiğe zihinsel
alıştırma yapıyorum. Kolayını buldum: Orta çizgiyi sağına alacaksın. Aslında
arabayı doğru yerde tutmak büyütülecek şey değil. Ama yok! Trafikte eşeğin
büyüğü, yerlilerin tavrını, refleksini edinmek. Kendi ülkemde iğne deliğinden
geçebilirim. Ama bunu şoförlüğümden çok insanların nasıl davranacağını
kestirerek yaparım, ipuçlarını “okuyarak.” Buradaysa ne kadar zihinsel
alıştırma yaparsam yapayım yaya kalıyorum. Sonra bir de şu levhalar. Yön
göstermek değil de dekoratif oldukları için dikilmiş gibiler (yeşil fonda o
tatlı Sinhala ile daha ciddi, derli toplu görünen köşeli Tamil yazılarıyla
gerçekten de öyleler). Şehirlerde bazı kavşaklarda bunlardan var. Yollardaysa
daha azı. Üstelik yanlış da olabiliyorlarmış. Yani gideceğiniz yerleri
avucunuzun içi gibi bilmedikçe hayırları dokunmuyor.
Yükseklerden gümbürtüyle dökülen
çağlayanı köprü başında bozulup kalmış döküntü otobüsün yolcularıyla birlikte
seyrettim.
Oradan kaya tapınağına. Kella’sının (Nissan’ına böyle sesleniyor, kız demekmiş) daha ileri
gidemeyeceği yerde Sangeeth beni indirdi. Şimdiden sırılsıklam olan bandanayı
yüzüme sürmekten vazgeçip patikayı yürüdüm. Başta peşime takılan iki küçük
oğlan dışında kimse yok. Kah acelesizce otlayan bir ineğin kah ağaç altlarında
ailece piknik yapan maymunların yanından geçerek düz yoldan ilerledim. Tepemde
güneş, yer gök seyrine doyamadığım yeşil, vazgeçilmez Bo ağacı ve büyük bir
kayanın altına yapılmış tapınağa kadar gidip döndüm.
“Eski köprüye?”
“Eski köprüye.”
Yamacın, tam daracık toprak yolda sıkışıp kalacağımızdan
bir kez daha korkmaya başladığım noktasında (“Merak etme. Olmazsa geri geri
gideriz!”) bir evin U dönüşü yapılabilecek girişinde arabayı bırakıp ev
sahibinin tarifiyle aşağı, sık ağaçlar, çalılar arasından demiryoluna inen
belli belirsiz patikayı bulduk. Geceki yağmurla balçıklaşmış, suyu yeni yeni
çekilen toprak zeminde kaya-toparlaya raylara vardık. Aralarından yürümenin,
bir azman olan asıl sahibinin yolunu böyle işgal etmenin çocuksu sevinci.
Köprüye doğru iki yanda kaçacak yer olmayan daracık bir geçide girdiğimizde
“Tren saatlerini biliyor musun?” dedim. Gülerek omuz silkti. “Sabah olması
lazım. Geçmiştir şimdiye.” E, Sri Lanka’da köprüsünü görmeye giderken tren altında
kalarak ölmek de bana yakışırdı. Raylarla birlikte son bir dönemeci de
döndükten sonra dokuz gözlü yüksek taş köprü olanca haşmetiyle karşımıza çıktı.
İngilizler zamanındanmış. Diğer başındaki tünelde boyunlarında kameralarla bir
grup genç belirdi. Badulla treni gelmek üzere dediler. Ne şans! Gerçekten de,
aralarında plantasyonları seyredip fotograflayacak turistler için eklenen
“gözlem vagonu” da olan rengarenk tren şen şakrak önümüzden geçti. (Beni
izleyip peşimden bu gece kalacağım pansiyona gelen Fransız çift, trenin içinden
yaşandığında pek öyle olmadığını söyledi. Kandy’den bindikleri ilki yolda
bozulunca birkaç saat ikincisini beklemişler. Aldıkları birinci sınıf
biletlerin o izdihamda bir kıymeti kalmamış, yolun sonuna kadar birkaç saat de ayakta
dikilmişler. “Ama plantasyonlar arasında ne manzaraydı!”)
Dönüşte Sangeeth, yerleşimden uzak, yolun üst tarafındaki
98 Acres tatil köyünü gösterip orda yemek ister misin, dedi. “Ella’nın içindeki
yerlerden daha ucuz, çok daha iyidir.” Tamam. Panoramik bir uca kurulu tesise
çıktık. Çepeçevre tepelerden tatlı serin bir esinti. Böyle bir yerden
beklenmeyecek kadar makul fiyatlı mönüden bir Şeytani Tavuk ile üstüne hurma
kreması tatlısı söyledim.
Sri Lanka mutfağı enfes. Hint yemeklerini sevemiyorum.
Ayrıntıları unutulmuş bir kabustan kalan ağır duygu gibi geliyor. Sadece tatları değil, dokuları da bulanık bir yelpazede ayırt edilemeyecek kadar birbirine yakın
bulamaçlar. Sri Lanka yemekleriyse billur gibi. Diri, net, renkli ve çok
zengin.
Arkadaşının pansiyonuna indik. Akşam için pilav-köri
sipariş ettik. Gevşeme vakti. Duş, siesta ve Ella’da bir yürüyüşün ardından
Ayurveda masajı.
Adım başı böyle masaj salonları var. Sahicisini bilerek
gitmek gerek. Sangeeth, vıcık vıcık şöyle bir ovmaya Ayurveda dediklerini,
geçenlerde bir kadının (daha) tacize uğradığını işittiğini söyledi.
Suwamedura’yı Lonely Planet de tavsiye ediyor. Hadi bakalım, bu işin aslı nasıl
oluyormuş, görelim.
Usul usul ayurvedik müzikler çalan loş bir odaya alındım.
Masöz, gencecik bir kız, kendini tanıtıp önce tabureye buyur etti. Gözlerimi
kapayıp meditatif bir hale kendimi bıraktım. Susam yağı kokusuyla birlikte
parmakların bedenimde yumuşak ama çok etkili, canlandırıcı hareketi başladı.
Saç diplerinden ayak parmaklarına akupunktur noktalarının uyarıldığı, kasların
yılankavi, dairesel kesintisiz dönüşlerle çözüldüğü bir saatlik bir muamele.
Yüzümün ayrı kremlenip ovulmasıyla son bulduğunda kuşlar gibiydim.
Akşam yemeğinden sonra bahçede. Yıldızlar
hindistancevizlerinin tepesinde ışıl ışıl. Bitişiklerinde yarımay.
Ve biraz ötede ses provası kesilip kesilip yeniden
başlayan Sri Lanka müzik şovu. Özgün müzikleri ayağıma geldi diye seviniyordum
ama reggae’den girip Batı Afrikamsı bir karışımdan çıkıyorlar şimdilik.
Aralarda bıraktıkları boşluklar cırcırböcekleriyle doluyor.
*
9’a doğru hâlâ başlamamışlardı. Boş bir araziye kurulan
sahneye gidip baktım. Aydınlatma, dev hoparlörler, platformda kuyruklu bir
piyano.. hepsi tamamdı. Futbol sahasına yakın, deşilmiş toprağı çayırların
tuttuğu alanda yerini almış aileler, akın akın gelen gençler, meraklı birkaç
turist. Arazinin tel örgüsüne metrelerce ışıklı kordon sarılmış. Eh, piyanodan
başlayarak bunca hazırlığa bakarsan öyle bir iki saatlik şey olmayacağı belli.
Yarım saat sonra hoparlörlerden iman tahtama vurup ikinci
bir masaj yapan ses yükseldi. Bir daha da kesilmeden sürdü gitti. Müzik beşinci
sınıf bir yerel pop’tu. Bizdeki “Eller havaya!” melodilerine, ardından biraz
Afrika’ya yaklaşıyor, Hint müziğini şöyle bir andırırken sıradanlığı bol davul ve elektro org
gürültüsüyle örtülüyordu.
Solist ve aralarda ne anlatıyorsa durmadan konuşan, aynı
bet sesli adamdı. Saat 11 olduğunda, mikrofonun yardımıyla bile ses telleri
daha fazlasına dayanamaz. 5-6 parça sonra bitirirler diye umup kulaklıkları
taktım, dış ses bastırıp sızarken kendi müziklerimden bütün bir albüm dinledim.
Ses telleri varsayımım da çökünce tıkaçları gittiği yere
kadar kulağıma tıkıp yattım.
Tamam, böyle sabahlayacağız anlaşılan. Kabul edelim de,
her parçanın ardından kibar bir veda olacağını umduğumuz o feci uzun ara
konuşmanın perde perde yükselerek ahaliyi gaza getirip yeni bir dümtek havasına
bağlanmasıyla hüsrana uğrayıp durmayalım bari.
Saate son baktığımda 2’ye geliyordu. Belirleyici olan
yaşadıklarımız değil, onlara nasıl tepki verdiğimizdir düşüncesinin
kulaklarında tıkaçlarıyla canlı bir numunesi olarak tuhaf bir yarı uykuya
kayarken bir şeyin eksildiğini hissettim: Hoparlörler susmuş!
(arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder