2 Temmuz 2017 Pazar

3 KEDİ, 2 İNSAN

Lacivertten çakıra dönen ufacık gözlerini altüst olmuş iri hamamböceğine dikmiş, bahtsız hayvanın bir debelenip bir hareketsiz kalmasını şaşkın bir merakla izliyordu.  Arada patisini güvenli bir mesafeden uzatıyor, sıcak sütü ihtiyatla içer gibi yokluyor, biri için can çekişmek olan bu eğlenceden şimdiden pek heyecanlanıyordu, belli. Yavrulardan daha atak ve acar olanı.

Yerini kanıksamışlığa bırakana dek ne şenlik o taze keşif hali. Verandaya indiklerinde kaptaki suyu tazeledim. Ana içti, yavruların suyla böyle burunlarının dibinde ilk karşılaşmasıydı. Teki merakla yanına geldi. Var.. ama yok, kıpır kıpır bir şey. Burnunu uzattı, bıyığının değmesiyle hareketlenen yüzeyden ürküp başını geri attı. Ama ne ki şimdi bu?!! Önüne geçilmez kedi merakıyla yeniden uzandı.

Her şey ne kadar yeni, mucizevi, ürkütücü önce ama hemen ardından nasıl da çekici.

Yavrular bize taşınalı iki hafta oldu. İnsan ömründe değişimin görünür olamayacağı buncacık vakit, kısa kedi zamanında gelişimin hızlandırılmış film gibi geçtiği bir süre.



Gözlerini komşunun boş beton çiçekliğinde açan bebeler birkaç hafta sonra bize geldiğinde kedi olmanın iyice acemisiydi. Küçücük bacaklarıyla atabildikleri ürkek, sarsak adımlarıyla balkonun kenarındaki boşluğa düşüvermelerini bir karış eninde bir engelle önleyebiliyordum. Bu uydurma korkuluk 48 saat içinde işlevini yitirdi. İlk keşif seferlerinden biri onun üzerinden aşıp arkasındaki hanımeli ormanına dalmak oldu. Üçüncü gün birbirleriyle oynaşmalarındaki gayretle ortalığı dağıtmaya, asılı çaputları aşağı indirmeye, tokyoydu paletti kemirmeye giriştiler. Gözle görünür bir hakimiyet kazanmaya başladıkları bedenlerini, ne çok işe yaradığını oynaşa dövüşe sınaya öğrendikleri pati ve dişlerini keşfetmeye koyuldular.

Kendisi yavruluktan yeni çıkmış-tam çıkmamış (bakışları çoğu vakit hala o başlangıç saflığında) anaları, görünümü dişileşmeye vakit bulamamış atletik bedenini işlek bir benzin istasyonu gibi sürekli kullanıma sunuyor, ufaklar itişe tepişe emdikçe gelişimleri hızla ilerliyor.

Kasları ortaya çıkmaya, kullanımında ustalaşmaya başladılar. Günden güne hızlanıyor, çevikleşiyor, ezeli düşmanları fareleri (lağım fareleri.. varlıklar eninde sonunda düşmanlarına mı benzer diyorum) daha az andırır oluyorlar.

Üç parçalı bir dünya kendi aralarındaki. Ana arada bunaldıkça yanıma geliyor, uzun uzun, onun sevdiği gibi okşayıp tarıyor, konuşuyorum, sözlerime karşılık veriyor, aramızdaki iletişimi besliyoruz. Ama yavrular birbirleri ve anaları dışında iletişim kurmuyor. İnsana (bana, babama) hiç de bir debelenen hamamböceği kadar ilginç olmayan bir nesne, köşedeki süpürge filan gibi bakıyorlar. İkisiyle de birer kere çok uzun bir göz temasımız oldu. Rengi o vakit daha koyu küçücük gözlerinden dipsiz, sessiz derinliklere kaydığımı hissettim. Hiç kıpırtısız, dupduru bakışlarıyla onlar ne gördü, bildi, tanrı bilir.

Kendi aralarında bu üçü bireysel özellikleri bir yana tek bir bütün. 12 pati, 3 çene, 6 göz ve tutam tutam sarılı bozlu, çizgili benekli tüy. Alt alta, üst üste, koyun koyuna. Atlayıp sıçramak kadar didişmeyi, sevişmeyi, bağlanmayı da hep birlikte keşfediyorlar.

Zamanı geldiğinde bağı bir tepik, iki ısırıkla koparıp atmayı da öğrenecekleri gibi.

Ayak sayımızdan sonra aramızdaki en önemli farkın da bu olduğunu düşünüyordum.
*

Stephen Cope’un Soul Friends’ini okuyorum. Derin insani bağların dönüştürücü gücü üzerine (nefis bir kitap). İnsan ruhunun biçimlendiği ilk yıllarda güvenli bağlanmanın önemi, yokluğu, sonuçları arasında dolanırken Shakespeare’in 116 no’lu sonesini anıyor:

Bence engel tanımaz gerçek bir aşkla
Sevmiş olanlar. Aşk demem aşka
Değişik durumlarda değişip duruyorsa,
Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta.
Aşk dediğin fırtınaya bakar ve titremez asla;
Ah, hayır! Her daim duracak bir işarettir,
Bir yıldızdır, dönenen teknelere rehberdir,
Boyu posu ölçülse de bilinmez değeri nedir.
Zamanın oyuncağı olmaz; gül dudaklı
Ve yanaklı aşkı götürebilir sallasa zaman orağını;
Değişmez aşk kısa da sürse saatler ve haftalar,
Aşk dediğin kıyamete dek yaşar.
Eğer yanlışım varsa ve bu bana kanıtlanırsa,
Demek hiç yazmamışım, kimse sevmemiş asla.
(Türkçesi kimin, belirtilmemiş, internette buldum.)

İnsanca, Shakespeare’ce bir yoğunluk, karmaşıklık, kargaşa ve onu süzme, ab-ı hayata çevirme gayretleri.

Kedilerinse yoğunlukta, belirleyicilikte hiç de bundan geri kalmayan sevgiyi, bağlanmayı yaşamaları ne kadar daha.. kısa ama kesin.

Birkaç hafta daha ve anaları tıpkı kendi anasının da onunla yaptığı gibi çevreye keşif, tanıtım, eğitim, staj turları ardından önce sütü, sonra kendi yiyeceğini, en son da alanını paylaşmayı kesecek, bağı koparacak. Kimsenin gözü arkada ve yaşlı kalmayacak, anasının hayatını kararttığına inandığı eksikleri, hatalarıyla cebelleşmeyecek. Bunca iç içelik, herkesin alacağını alıp işlevini yerine getirmesiyle hiç tantanasız çözülüp gidecek.
*

Dün ana ilk kez yavrulardan birini çatı odasının önünde verdiğim mamasını paylaşması için yukarı çıkardı. E peki madem dedim. Yavru tel kapıya burnunu dayadı. Bir adım sonrası, evin en kıymetli elemanı olan bu kapının da dişlenip tırmalanan diğer şeylere çevrilmesiydi. Abartılı bir hışımla yerimden fırladım. O kadar korktu ki merdivenlerden yeterince hızlı kaçamayacağını hesaplayıp kendini parmaklıktan aşağı kata atıverdi (Allahtan lastik gibiler de hiçbir şey olmadı). Sonra hepsini birden verandaya sürdüm, mama kaplarını da verandanın uzak köşesine koydum. Ananızla birlikte benimle de bağınız kesilecek, ufaktan alışın.

Aşk demem aşka
Değişik durumlarda değişip duruyorsa,
Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta.

Benim kesintili bağlanma biçimim bu. En azından kısa vadede.

Gece, baktım ana aşağıda gelen geçenden, hayvanlardan çok tedirgin ama o soylu (evet!) ruhuyla kovalandığı yere çıkmaya yeltenmiyor bile. Etrafında yavrularıyla diken üzerindeki hali içime dokundu. Yavruları alıp avuçlarımda kalp atışlarını duyarak yukarı çıkarırken onu da çağırdım. Koşa koşa geldi, hiç yapmaz, elimi yaladı.
*

Eşyamdı, rahatımdı düşünmediğim, aramızdaki akışın katışıksız olduğu vakit şükranla bakıyorum bu üçüne. Götürdükleri, gösterdikleri, duyurdukları yerlerden ötürü.
*

Köyde geçen çocukluğunda arada bir eziyete varan oyunlara alet etmek dışında hayvanlara pek ilgi duymamış babam, olsaydı torunlarıyla böyle olurdu herhalde. Dört köşe. Bu sabah “Batırmışlar ortalığı!” diye geldi. Biri fena halde bağırsaklarını bozmuş (ananın mamasını yersen). Her tarafa pisliğini bulaştırmış. “İki saatte anca temizledim!” Kızmış güya ama daha ziyade gelin, tepeme çıkın diyen büyükbaba gevrekliğiyle gülmekteydi. (Kedileriyse yeniden aşağıda, babamdan evvel olay yerinden tüymüş, kabahatin vahametinin farkındaki analarıyla çay masasının altına büzülmüş buldum.)

Babam da başka bir bağlanma biçiminin, uzaktan sevmenin adamı. Münzevi olacakken aile babası edilmiş. Fiziksel, ruhsal içli dışlılık hiçbir zaman çorbası olmamış. Ama Stephen Cope’a bakarsak ne kadar kaçınmacı olursak olalım, derin bir temas ihtiyacı hepimizin –belki de en fazla kaçınmacıların- her daim içinde.

Kısık kahkahaları, kırkırdamaları geldiğinde biliyorum ki kedileri seyrediyor.

“Öyle komikler ki kitabımı okutmuyorlar bana” diyor.

“Yavaş yavaş alışıyorlar bize, kucağımda daha uzun zaman kalıyorlar” diyor.

Anneleri ne zaman kıçlarına tekmeyi basacak diyordun diye soruyor. Neden sorduğunu merak etmiyorum.


Bu dört bacaklı bol tüylü üç varlık, hızla serpilirken iki insanı da ayrı ayrı nerelere götürüyor.

1 yorum:

  1. Bir çırpıda okuyuverdim, ne de güzel ifade etmişsin ♡ kedilerden, doğadan ogreneceklerimiz hiç bitmesin..

    YanıtlaSil