10 Nisan 2017 Pazartesi

UYGULAMALI DÜŞÜNCELER

Dış dünyaya karşılık verdiğimizi sanırken gerçekte kendi fizyolojimize tepki verdiğimiz saptaması benim için başımdan aşağı boca edilen bir kova su kadar ayıltıcı oldu.

Evet!

İnsan hemen yok canım ama mesela.. diye başlayan hazır itirazlar sıralayacak gibi olsa da susup gözlemlemeye koyulduğunda taşın nasıl da gediğe oturduğunu görüyor.

Şu öngörülebilir tepkilerimizle başlayalım, düğmemize basılmasıyla yayı boşalan reflekslerimizle. O (karşımızdaki veya içinde olduğumuz durum) yaptı, o başlattı diyebilir miyiz? Harekete geçmeye hazır bekleyen düzenek kendi içimizde oluşmuş, biz de bunu farkına varmadan tekrarlaya tekrarlaya pekiştirmişken? Öfke, çaresizlik, incinme, alınma.. Bunların her birinin belirli bir dokusu, algısal tadı, gerilimi var ve bedene belirli şekillerde vuruyorlar. Bu ilk darbede her şey henüz his düzeyinde. Hemen ardından bu hisle özdeşleşme, bunu ben algısına katma, etrafını hikayelerle kuşatma (açıklamalar getirme, bir bağlama oturma) geliyor, sonra da etin kanınmış gibi savunmaya, savunurken saldırmaya koyuluyorsun.

Kendini savunabilmek için tepkine bir meşruiyet, haklılık atfetmelisin. Hiç zaman kaybetmeden giriştiğin de o oluyor.

Haklılık yarışına girdiğin an hep aynı şekilde tekrarlayan oyuna uyanma şansını bir kez daha kaybetmiş oluyorsun çünkü insanı bunun kadar körelten, kendinden başka şey göremez hale getiren, bu görebildiği tek şeyden başlayarak tüm bakışını çarpıtan başka şey yok.

Bunlar içini boktan bir sahneye çeviriyor ve sen, tıpkı bol soğan yedikten sonra avucuna hohlayıp koku oradan geliyor sanır gibi dışında bir şeylerin seni bu hale getirdiğine inanıyor, bundan da hiç kuşku duymuyorsun.

*
Judson Brewer’ın The craving mind (açlık çeken zihin) kitabı bu yaklaşıma yeni bir bakış getirdi. Brewer kötü alışkanlıkların bırakılması, iyilerin pekiştirilmesinde alışkanlık oluşumundaki mekanizmadan yararlanmayı öneriyor.

Alışkanlık hangi sıralamayla oluşur? Tetikleyici-davranış-sonuç/ödül-tekrar.

Tetiklendiğimiz andan itibaren çenemizi kapar, gözümüzü açar, pür dikkat içimizde olana odaklanır, otomatik olarak yaptıklarımızı, kaçıp sığındıklarımızı ayık kafayla izlersek davranışımızın sonucunu / ödülünü buna yüklediğimiz anlamlardan bağımsız olarak, olanca çıplaklığıyla görebiliriz. Dikkatin, farkındalığın bu kullanımı otomatik tepkilerle kendimize ne yaptığımızın bilincine varmamızı sağlayarak alışkanlığın zincirini kıracaktır. (Mesela sigaranın keyifti, avuntuydu ona verdiğimiz anlamların ötesinde kendinden ibaret tadını ancak o zaman olanca pisliği, kirleticiliği, enerji tüketiciliğiyle teslim edebiliriz.) Bunun yerine koyacağımız seçimli davranışı da tıpkı kötü alışkanlıklar gibi tekrar ederek pekiştirebiliriz.

*
Kaçınılmaz olmayan ıstırabın kökü gelip özdeşleştiklerimize dayanmıyor mu? Düşüncelerimiz, yargılarımız, inançlarımız, izlenimlerimiz, duygularımız, ruh hallerimizle özdeşleşmeye?

Ya tüm bunların rastlantısal, kaprisli, değişken karışımları değil de capcanlı, engin, dingin bir alansak da bizi oradan oraya sürükleyen, vezir kadar rezil de eden bu şeylerin ne kendimiz ne başkasında kişisel hiçbir yanı yoksa? Dört elle sarılıp gereğinde canımız pahasına savunmaya kalkışmak yerine belirip dönüşmeye, dağılıp gitmeye bıraksak?

*
Yazarken bir yandan da dediklerimin uygulamasını aramızın birden gerildiği babamla yapıyorum.

Öfkenin göğsümden kollarıma, bacaklarıma doğru sinirlerime elektrik verilmiş gibi yayılışı. Bir shot adrenalin. Sığlaşıp sıklaşan nefesim..

Fizyolojik halimi izliyorum (bunu doğru dürüst yapabilmek için yazmaya ara verdim tabii).

Alışılmış tepkim “Zaten sen de!.” diye başlar, safımı pekiştirecek geçmişten ne kadar moloz varsa getirip yığar, kendi payımı azaltırken onunkini ayyuka çıkarmaya bakar, bu hakkaniyete (ve o öfke içinde bile görebildiklerime) sığmadığından bir de onun sıkıntısını yaşardım. Huzursuz düşünceler kafama üşüşür, dağıtmak için bir sigara yakar, bir şeyler atıştırır, internette boğulmaya giderdim vs. İçim karardıkça görüşüm daralır, hayatın anlamsızlığına kadar yuvarlanırdım.

*
Farkındalık meditasyonu yapanların beyinlerinde “ben” ile ilgili, hayata been! referansıyla yaklaşan bölümün etkinliğinde keskin düşüş görünüyormuş. Vipassana’nın (farkındalık meditasyonu) anlamı yaşamı olduğu gibi (koşullanmalarımızın filtrelerinin ötesinde) görebilmek.

Her şeyi bu aşırı vurgulu “ben” fikri-hissiyle karşılamamanın esenlik, iyilik haliyle ilişkili olduğu da görülmüş.

*
Brewer, izleyin, diyor. Tepkiniz bir daralma, sıkışma, uzaklaşma, itme mi yaratıyor, tersine size ve karşınızdakilere alan mı açıyor? Her iki türün de sonuçlarını hissede hissede yaşayın, tercihinizi yapın ve bir dahaki tetiklenmede tekrarlayın.

*
Bir başka iyi gözlemci tek bir cümleyle özetlemişti: Hiçbir şeyi kişisel bir hale getirme.

Evet.

Ortak bir gerçeklik içindeymişiz gibi yaşıyoruz ama aslında herkes kendi kafasındaki ona özgü, tekrarı olmayan kokteyli gerçek biliyor. Bunu göz ardı etmemekte çok yarar var.

Sahnemizin başkişisiyiz, başkalarınınkinde de aynı önemde olduğumuzu varsayıyoruz. Bizi kendimiz kadar bilebileceklerini, bilmeleri, gözetmeleri, saymaları gerektiğini, aynı açıdan gördüklerini vs.

Kiminin sahnesinde daha ön planlarda yer alıyor olabiliriz, çoğunda figüranız. İçerden yaşarken verdiğimiz tantanalı önemi bize başka kimse veremez. Ne de dikkati. (Dikkat deyince durmak lazım gerçi, bölünmüş, parçalanmış, lime lime dikkatimizin perişan hali dönüp kendimizi de vurmuyor, nice haklılık iddiasıyla başkalarından talep ettiğimizi kendimize sunamaz hale getirmiyor mu?)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder