28 Mart 2011 Pazartesi

KUYUNUN DİBİNDEKİ

İki büklüm bedeni küçücük kalmış ihtiyar, cam kapıyı zorlanarak itti, içeri girdi, tereddütle sağına soluna bakıp yanlış mı geldim, fotoğrafçı arıyorum ben, dedi. Sahibin buyur etmesiyle tezgahta soluklandı. “Fotoğraf çektireceğim!” Sahibin fotografı çekilecek bir şey göremediğini hissettiren “Sen mi teyze?” sorusunu duymadı. Cebinden bir tomar yıpranmış kağıt, onlar arasından da üç fotograf bulup çıkardı. İki çocuğun kartpostal büyüklüğünde renkli boy resmiyle iki de yarım kibrit kutusu küçüklüğünde çok eski, biri siyah-beyaz, diğeri kahverengi vesikalık.

“Bunları çek bana!”

Sahip, işitmesi de görüşü kadar köreldiği belli teyzeye meramını nasıl anlatacağını pek de kestiremeden bu işin neden olamayacağını sıralamaya koyuldu. Bari çözünürlük lafını etmesen diye geçirdim içimden. Etmedi ama yine de iki dünya arasındaki geniş uçuruma yuvarlandı gitti açıklaması.

“Bunları istiyorum. Bak, şunlar torunlarım, şunlar da.. Güzel çıksın!”

Sahip benim işimi tamamlamak için arkasını döndüğünde ben de onun açıklamasını tamamlamaya çalıştım. Belki dışarıdan birinin teyidi daha anlaşılır, kabul edilir kılardı.

“Ne güzellermiş. Fotografları eskimiş ama, büyütüldü mü bulanık olur, çirkinleşir.”

Onca kırışık arasından bir gülümseme yayıldı yüzüne, onca yaş da silindi gitti.

Sonra, ona dönen karayağız genç sahibe, “Ama bak” dedi, ancak bisiklete binmek kadar unutulabilecek eski, çok eski bir beceriyle. “Her şey hazır, sandıklar yapıldı bile. Fotoğraf iyi olursa belki ben de giderim, belli mi olur?!”

Gözlerini görmedim ama pırıltısı gencecik flört ediveren sesindeydi.

*

Kurudu dediğin dalın bir yerinde patlayan tomurcuk.

Küllendi sandığın ateşin bir yerlerde kalmış kıvılcımla yeniden harlanması.

Beden ile zihin nasıl olursa olsun, boş bildiğin kuyunun diplerinden yüzeye terleyecek bir avuç su her daim mevcut.

Çıkmamış canın sönmemiş odu.

 
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder