13 Aralık 2024 Cuma

MAYA

Ben dönene kadar mayama bakar mısın, dedi.

Nasıl oluyor ki o iş? Geceleri masal filan mı okunacak?

Besleniyormuş. Maya ve onunkinden büyük kavanozunda unu geldiler.

Kapağını açıp ekşi ekşi kokan bu pütürlü yaşam formuna tepeden baktık.

“2-3 günde bir iki kaşık un ve oda sıcaklığında su vereceksin. Hepsi o.”

Ama ben hepsi o deyip geçemiyorum. Adı üstünde, maya bu. Bin bir suretli oluşumun anası.

Herhalde doğurganlığı (ve ilk elden tanık olacağım iştahı) bir benim imgelemimi harekete geçirmiyor ki ad vereni de çokmuş.

Ben adı geçip karakterini hissettirmeyi ona bıraktım. İştahıyla da öyle karşılaştım. İlk porsiyon unu verdiğimde karıştırmak için kaşığı değdirmiş değdirmemiştim ki pütürlü kütle sinemanın özel efektlerini yaya bırakan bir ifade biçimiyle hareketlendi. Dişsiz, dilsiz ve kör, alışılmış araçlarından soyunmuş yutucu bir iştahla unun üzerine kapandı. Uzay Yolu’nun bilmem kaçıncı bölümünde de olabilirdik. Ağzım açık seyrettim. İkinci porsiyon unda parmaklarımı kaşığın sapından yukarı büzdüğümü fark edip güldüm. Bu ekşi karakter, hayalimde dudaksız ağzını kafamın tepesine doğru açmıştı.

Maya ile şimdilik gül gibi geçiniyoruz. Ekşi kokusu içimi tatlandırıyor.

*

Suriye’yi izlediğim Batılı kanallar haberler yerini yorumlara bıraktıkça kabaran riya ile içimi bulandırmaya başladı.

"İnsan mezbahası" hapishane, CNN’den Clarissa Ward’un karanlık bir bakışla ağzının suyu akarak gösterdiği Esad’ın lüks araba garajı. İşte şöyle zalimdi, böyle yoz, yolsuzdu.

En son, terk ettikleri Biden’ı “yorumlamalarında” gördüğüm pornografik akbaba iştahı.

Kanallardan birinde İngiliz vatandaşı Esma Esad’ın İngiltere’ye dönecek olsa güvenlik sorunu oluşturup oluşturmayacağı bir İngiliz büyükelçisine soruluyordu.

Döneceğini sanmam, dedi ekselans. “Beni asıl şaşırtan, İngiliz eğitimi almış birinin bu zulümlere en azından tanık olması. Bilmiyor olamazdı. Hatta kendisine Alman büyükelçisiyle birlikte şahsi bir mektup yazarak kötülüğü engellemek için elinden geleni yapmasını rica etmiştik -bir cevap gelmedi tabii.”

Kör nokta ise bu, birkaç futbol sahası büyüklüğünde bir kör nokta!

İğrenerek anlattıklarınıza şaşırdınız mı? Ne kadar lanetlerseniz o kadar ayrışacağınız yanılsamasında nasıl da iğretisiniz.

Yarım asır. Onca iş gördükten sonra kaldırılıp atılırken mi uyandı zorbanın zorbalığı karşısında vicdanınız?

Kabaran ekşi bir mayanın zehirli ekmeği. Buyurun, hep birlikte yumulalım.

3 Aralık 2024 Salı

DOMUZ

Çok zaman önce Çatalca’daki büyük doğa parkında gezintimin sonunda bir uçta geniş kafesi içinde tek başına bir yaban domuzunun önünde durdum. İri cüsseli, güzel bir hayvan. Başka ziyaretçisi de yoktu. Evcil-yabani, domuza hiçbir zaman öğretildiği gibi bakmadım, hiçbir önyargım da olmadı. Tersine, dolaysız bir sempati duydum. İçim ısınmış, kafese yaklaştım. Fişin prize takılması gibi bir temastı. Hareketlenen hayvan tellere geldi. Başını uzakta tutarak yanlamasına yapıştı ve türüne özgü burun sesiyle yalvarırcasına dokunmamı istedi. Baklava dilimi açıklıkta sığdırabildiğim kadar parmakla uzandım, koyu kırçıl tüylerini -fırça gibi sert- okşadım. Tellere daha da yüklenerek devam etmemi istedi. Ettim.



*

Köylüğü şaşmış köyümün bana cennet mevsimi. Tenha, içine dönmüş. İnsan safsatasından sıyrılmış doğa, derinliklerini sunuyor. Bana cennet olan başkasına, çoğuna cehennem. Sessizliği anlatırken, gıcırdayan bir levhanın işitilirliğinden içim ışıyarak söz ettiğim bir yakınımın etine paslı çivi batırmışım gibi yüzünü buruşturması bir kez daha hatırlattı. Siz siz olun, ben de ben. Benzerlik bulmak için eşinmemize gerek yok.

Yağmur sesi, rüzgar ve onun değişimleriyle dalgalanan renkler, sıcaklık. Zihin yalnızlıkla, sessizlikle barışık, besinini bunlardan alıyorsa kendini deve etmiyor. Sakin, suskun. Görüş keskinleşirken algılar derinleşiyor.

Doygunum, hoşnut.

*

Geçen akşam çöpü çıkardığımda yağmur yeni dinmiş, güneş batıyordu. Bir boy yürüyüp dönerken sahili evin yoluna bağlayan kısacık sokağın köşesinde kocaman bir domuzla burun buruna geldim. Tek başınaydı. Korkmadım da ne yapacağımı bilemeyerek apıştım. Hayvanlarla konuşurum, kelimelerle değil, sesimle. Anlaşırız. Ama akşamın karanlığında karşılaştığın bir yaban domuzuyla iletişimin adabı nedir ki?

Ben kafamı kaşıyana kadar arkasını dönmüş, yola doğru uzaklaşmıştı.

Geriye hiç soğumayan sempatisi ve domuza geçit veren tanrısal tenhalığa şükran kaldı.

19 Kasım 2024 Salı

İSTANBUL'U ELERKEN

Köprüden körfezi geçer geçmez İstanbul trafiğine düştüm. Amazon’un bir kolu gibi, akıyordu ama ne çok, ne çok araç. Şehir şoförlüğüme bir şey olmamış. Yine de, onu seyreden yanımın ağzı açık, bu ağırlı hafifli gür araç debisiyle birlikte içlere dalıp eve geldim. Ayıklayıp yeni sakinine yer açacağım küçük eve.


Ayağımın tozu, kafamın dumanıyla ilk iş kağıtları önüme çektim. Ekstreler, faturalar. Yılların para akışını (yaşarken bunlara eşlik edenleri) gerilere doğru hızlanarak yırtıp yırtıp kara çöp torbaları doldururken mektuplarda durup onların zamanına, insanlarına döndüm. Kronoloji, bir atkısı takılan, diğeri hızlanan bir örgü makinesine benzedi. Zamanın bu kendi etrafında dönüşü de içimi karıştırdı.

Sınırlı zamanın yükselttiği manik bir enerjiyle kolları sıvadım. TV, internet vs dikkat çelicilerin yokluğunda birkaç gün boyunca sonunda frenime basana kadar saatler süren bir odaklanmayla kendimi elimdekine, önümdekine verdim.

Ele, ayır, ver, at, bırak.

Sırf nesneler değil, hayatım da arka planda bu “artık şimdi-burada” kalburunda güncelleniyordu. Bazı şeyleri (çoğunu) rahatça salarken bazısına nasıl tutunduğumu gördüm.

Değer nedir, değersiz nedir? Önem nereden gelir?

Ne saklanmalı, korunmalı, ne bırakılmalı?

Tutunduklarım harcımda ne kadar yer tutuyor?

Beni ben yaptı dediğim geçmişi, tıpkı dijitalleştirdiğim fotoğraflar vs gibi daha elle tutulmaz-yer kaplamaz biçimlerde (dokunulduğunda yeniden canlandıkları yüreğimde, zihnimin labirentlerinde) ”tutmak” ile yetinebiliyor muyum? Fiziksel varlıklarına, görüp göstermeye ne kadar ihtiyacım var? Gözden ırak, gönülden ırak ama ne olur ne olmaz, dolaplarımda mevcut olmalarına?

*

Aidiyetim burada olmadığım yıllarda iyice gevşemiş, küçük evden de ayrılışımla artık adı da değişiyordu.

Yeni bir fasıl.

Bu geçiş hali, şehrin hissini alabildiğine değiştirdi. Elde bir olmaktan çıkan İstanbul’un algısı aydınlığı karanlığıyla berraklaştı, kontrastlar keskinleşti. Şehrin ezici gelen büyüklüğü, kalabalığı, sıkışıklığı, cıvıl cıvıl, nefes alıp aldıran heyecan verici anlar ile iç içe geçti. Canlı renkler ile bungun, yeknesak renkler.

*   

İstanbul’un pompaladığı sigorta attıran enerjiyle evimi ve kendimi kalburdan geçirmekle kalmadım, aynı soruları ona da sorarak şehre dalıp çıktım.

Deniz-kara-yeraltı toplu ulaşım ağı ben bırakalı alıp başını gitmiş. Nerelerin nerelere çabuk yoldan bağlandığına hayret ettim.  Belediyenin ince işleri. Dönüştürülen silolar, gazhaneler. Yeniden kazanılan Feshane, Bulgur Han gibi yapılar. Zengin ve zevkli kütüphaneler. Makul fiyat, nefis manzaralı lokanta, kahveler. Upuzun yürüyüş yolları. Güzel işler.




*

Arnavutköy köylükten çıkmış, paragöz lokanta, bitişik düzen ufak tefek kafe, yeri dar, ayaküstü lokanta ile dolmuş. Dükkanında kalabilmiş plastikçi-züccaciyeciye ayakkabı tamircisini sordum. Kapanıp gitmiş. Mahallenin uykulu, kendi halinde, kendini unutarak dalıp çıktığın havası gibi. Züccaciyeci o vaktin uzayan son demi.

Sonlarında yetiştiğim (Çağlayan  sağ olsun) Salgado-Genesis sergisi olağanüstü yoğunluğuyla ciğerlerimi açtı. Anlatım, teknik, detaylar, fiziksel ve artistik boyut, kat kat, dalga dalga hissime, düşünceme yayıldı.

Ardından, yolun karşı tarafında, İstanbul Modern’de önceden mimlediğim Olafur Eliasson’un Senin Beklenmedik Karşılaşman ile Chiharu Shiosta, Dünyalar Arasında sergileri. Şehrin tesellisi, sanat. Sanat şehirde bir hayatta kalma stratejisi. Kent yaşamının merhemi. İstiridyenin inci yapımı.



İstanbul Modern’in yeni binasından rıhtıma çıktık. Önümüzde sur gibi dikilen dev yolcu gemisi henüz demir almış, yerini deniz ile karşı kıyıya bırakmıştı. Poyrazın hareketlendirdiği bulutlar ışığı kısıp açarak maviyi koyultuyor, Boğaz’ın dalgalı lacivertini yeşile çalıyor, ciğerlerimize oksijen pompalıyordu. Hepsinin üzerine ikonik İstanbul sesleri, vapurlar, martılar. (İstanbul’da poyraz, diriltici bir yabancılaşmanın rüzgarı. Derinleştirdiği renklerle ışığı, temizlediği nefes bana hep doldur ciğerlerini, diyor. Kop kalabalıktan. Ayrıl, ayrış.)

*

Bambaşkasın İstanbul. Çok güzel, arada bir. Ezici, boğucu. Kamçılayıcı. Çoğaltıcı ve tüketici.

*

Aydınlık ile karanlık, İstanbul’da kumarbazın durmadan kardığı kartlar gibi yer değiştiriyor, geçişip ayrışıyor, sürekli farklılaşan bir sıralama izliyor. İnsan elinden ya da doğal, benzersiz bir anın bir öncesi, bir sonrası kokuşmuşluk, yozlaşma, yoksulluk, vandalca bir kıyım. Çirkinin diğer yarısı güzel. Sonra aniden tersi.

*



Kuzeye, Karadeniz’e doğru gitmedikçe bina, insan ve araç trafiği yutucu.

Yukarılar ve Boğaz’ın henüz kemirilmemiş bitki örtüsü, çağından sıyrılan zaman dışı bir İstanbul sunuyor. Kalan yeşilde güz alacası, buraların sükuneti, az sesliliği,  son bir iki gün ilaç gibi bir kapanış sundu.

Bitti.

Damağımda poyraz sonrası gibi taze bir tatla ayrıldım.

Unumu eledim, kalburumu astım. Az ve öze dönüyorum.

17 Ekim 2024 Perşembe

VERANDA BAKİ

Sonbahar zamandan sıyrılmış, son’u atıp baharda uzayıp gidiyordu. Hava ile su sıcaklığı amniyotik sıvı kuşatıcılığında. Kızışmışlığı gerilerde bir yerde kalmış sıcak, anaç bir kucaklama gibi sürer giderken rüzgar kuzeye döndü. Tiz, keskin, kuru ve kurutucu. Cilt, sinir, önüne geleni koptu kopacak bir saz teli haline getiren. Sinekleri et koparıcı, denizi çalkantılı.

Kıyım-inşaatın burgaçlanan olanca tozu da yön değiştirdi. Gözümüzün önünde havayı bulandıran bulutlar nasibimizi yine de aldığımız yüklerini geniş bir yay çizerek açıklara çevirdi.

Perde iniyor, pastırma yazı bitti, size yol göründü der gibi. (Hoş, Ekim, mevsim karmaşası yaşar burada. Kah ne olacağını bilemeyen ergen kah fazlasıyla bilen yaşlı adayıdır, seni de peşi sıra sürükler.)

*

Bazen yanan canın bazen tatlanan ağzın ile karşılarsın ama ne, neyi, nasıl diye bakmazsan değişim değişimdir. Güney bizim için kuzey rüzgarından önceki güz gibiydi. Dopdolu bir yalınlık, yeknesaklık. Kuşatıcı, doyurucu. İn gönlünün derinliklerine bak; başka şey istemezdin. Yığılmayla birlikte ağır basan hoyratlık, duyarsızlaşma, duvarlaşma oldu. Buranın ince sazı kulak vermeye bakar, kuru gürültüye gelmez.

*

On yıllar geldi geçti. Babam ömrünün uzun pastırma yazını burada yaşadı. Burayla kurduğu derin bağı da bize bıraktı. Toza toprağa, dümdüz edilen yamaçlara, talana rağmen, hepsinin altlarında fısıldadıklarını hala işitiyoruz. Şimdi toz kaplı verandadan, babamın oturduğu yerden (“Dünyanın en zor şeyidir hiçbir şey yapmadan oturmak, dene de bak” demişti gülerek) pek çok şey değişti, görüşümüz değişmedi. Sonu görünmeyen bir es halinde uzayan güz gibi zamanın dışına asılı, omuz başımızdaki kıyım burun dibimize gelene dek de böylece süreceğe benziyor.



https://photos.app.goo.gl/Y6G9eXmZMCxB3hMWA