20 Haziran 2018 Çarşamba

SAN FRANCİSCO




Suskun (bazen ne kadar iyi oluyor) bir taksi şoförü beni hostele bıraktığında vakit gece yarısıydı. Giriş çıkışın kesintisiz olduğu bir yerde herhangi bir zaman. Çarşaflar, havlu ve kapı kartını elime verdiler, kuralları sıraladılar ve uykulu kafamla beni, bir bakalım nasıl olacak haline saldılar. Parmaklarımın ucuna basarak girdiğim iki ranzalık odada ertesi gün fena halde güneş çarptığını göreceğim bir oğlan dışında kimse yoktu ama bir onun üstündeki yatak tutulmamıştı. Elimdekileri (kapı kartı, pasaport vs) bir kaybedip yeniden bulduğum uzadıkça uzayan yarı transta bir debelenmeden sonra nihayet ranzanın merdivenine ayak attım. Zaten daracıktı, yatağa bitiştiği yerde bir de korkulukla daralıyordu. Hiç insan görmemiş bir uzaylı, patronunun “böyle bir şey işte” diye gösterdiği çöp adam çizimine göre tasarlamış gibi. Tamam, hostellerin asıl kitlesi gençler ama onlar da sıvı olup akarak hareket etmiyor ki. Tasarımın iyi yanı yatağın arka tarafıyla başucunda okuma lambası ile dar bir rafın bulunduğu bir kısmının kapalı olması. Mahremiyetin her şeyden önce geldiği bir kültürün iyi tarafı, bunu kısmen de olsa bir hostel ortamında bile sunması.




Tuvalete kalkma korkum yersizmiş, o merdivenden nasıl ineceğim sorusuyla taş gibi bir uykunun ardından ancak ertesi sabah yüz yüze geldim. Bir karışlık açıklıktan nasıl sarkmalı? Bu sırada çekilmiş bir videomu sonradan seyretmek isterdim. (Neyse ki tekrarına gerek kalmadı. Güneş çarpmış oğlanın ayrıldığını gördüğüm an fırlayıp onun yatağını kaptım.)

Günaydın hostel. Kalanı, çalışanı, her yanı genç, işlek, renkli. Lonely Planet’in gayet memnun kaldığım bir tavsiyesi daha: USA Hostels. (“Ye. Uyu. Keşfet. Tekrarla.”) İster kendi kendine ister oradan buradan ahbaplık ederek vakit geçireceğin ortak alanlar, bazı akşamlar çeşitli milletten insanın aşçılık hünerlerini sergilediği, bulaşığını kendin yıkadığın kahvaltı salonu. En sık sorulan yerlerin alıp cebine atabileceğin ayrıntılı yol tarifleri. Birinci dünyadan kısıtlı bir bütçeyle dolaşanların kalışını kolaylaştırıcı bir düzen.

Günün etkinliği yürüyüş turu. Ücretsiz. Lobide 15-20 kişiyle rehberi beklerken benden büyük bir çift ile bir adam görüp kalabalıkta başka bir küçüğe rastlayınca yüzü gülen bebek gibi mi oldum? Yok, yaşından, yaşıyla git gide ciddiye binen yüzleşmesinden sıyrılmış, bu fikrin ötesinde bir kendilik halindeydim. Kıyas dışı. Neysem o işte.




Geciken rehberimiz, koyu tenini dişlerinin akıyla aydınlatan bir gülüşle göründü. 20’lerinde Hintli bir kız: Purnam. İngilizcesi de buram buram Hint’ti, anlaşılır ama bol baharatlı. Romeninden Almanına, Avustralyasından Fransızına, Amerika’nın dört bir yanından gelenine yamalı bir bohça, Posta caddesinden vurduk aşağı. 4-5 saat süren tur, haritada görüneni doğruladı. San Francisco derli toplu bir kent. Eşit kenar bir yamuğun sınırları içinde yoğunlaşmış.

Haritada görünmeyen, topografyası. İnsan bunu ancak içinde (ve yürürken bacaklarında) kavrıyor. Hostelin bulunduğu Post Street’ten kentin merkezi noktalarından Union Square’e uzanan düzlüğün kural değil istisna olduğunu sokak aralarına baktığında anlıyor. Posta caddesi, çılgınca bir dalgalanmanın ortasında fotografı çekilerek dondurulmuş çarşafı andıran bir yer yüzeyinin ender sakin anlarından.




Ünlü Çin Mahallesine girdik. Çinlilerin ağırlıklı olduğu birkaç mahallenin en büyüğü burasıymış. Şehrin hatırı sayılır bir Çinli nüfusu var. Göze çarpan da haliyle Uzakdoğulular. Girişinde olmazsa olmaz aslanlı kapı (bir beyaz tarafından tasarlanmış). Daracık sokak aralarında günbatımıyla birlikte yakılan kırmızı fenerler. Ufak, kokulu, gizemli, rüküş ya da ucuz nesnelerle dolu dükkanlar. Pencerelerden sarkan çamaşırlar, Çin çalgılarıyla sokak müzisyenleri. Fallı kurabiyelerin imalathanesinden filmi çekilmiş Amy’s Barber Shop’a, burnumuzu oraya buraya sokup çıkara, duvar resimleri ve hikayelerine dala (Bruce Lee burada yaşamış) mahallenin diğer ucuna yürüdük. Benden yaşlı bey Purnam’a Bullit (Gangsterin Kaderi) filminin burada mı çekildiğini sordu. Ama gencecik rehberimiz Steve McQuinn’in bile adını duymamıştı.




Çinlilerin bitişiğinde İtalyanların yoğun olduğu North Beach yer alıyor. Küçük kafeler, İtalyan lokantaları, pizzacılar. Moladan yararlanıp pizza, kahve alanları Washington meydanındaki Azizler Peter ve Paul kilisesinin parkında çimenlere oturarak bekledik. Güneşli, tatlı bir gün ama allahtan uyarılara kulak verip buraya gelirken son anda bir polar ceket almışım. Rüzgarsız anlarda bile rüzgarlığımın altında, ince iki katmanın üzerinde (ve Mayıs’ın sonunda) fazla gelmedi, sonrasındaysa beni hapı yutmaktan kurtardı.




Oradan yaman bir yokuşa vurup Telgraf Tepesine tırmandık. Üzerindeki Coit Kulesine para verip çıkmaya değmeyeceğini söyledi Purnam, hep bir kalabalık, zamanı daraltan bir itiş kakış olurmuş. Gerek de yoktu. Durduğumuz yerden uzayıp giden caddenin iki bölüme ayırdığı karşı yamacın görüntüsü şaşırtıcıydı. Kulenin dibindense karşı kıyıdaki Oakland’a uzanan Bay Bridge (körfez köprüsü), 1936-37 Uluslararası Golden Gate fuarı için yapılmış Treasure Island (19. yy sonlarında kısa bir süre San Francisco’da yaşayan Robert Louis Stevenson’ın romanının adı verilmiş), tünediği kayalık ile Alcatraz ve Golden Gate Bridge, San Francisco dendiğinde ilk göz önüne gelen köprü ayaklar altındaydı. Okyanusu limon küfü rengine kesip köpürten deli rüzgarla çepeçevre sarılmıştık. Rüzgarlı Şehir adını takarak Chicago’ya haksızlık etmişler, buradaki, rüzgar öyle olmaz böyle olur diyor. Güneşin sıcağını silip süpürüyor, üşütüyor, serseme çeviriyor. Saçımız başımız birbirine karışa kıyıya, Fisherman’s Wharf’ın (balıkçı iskelesi) bitişiğindeki Pier 39’a, 39 numaralı rıhtıma indik. İrili ufaklı iskeleleriyle liman bölgesi Embarcadero’ya. Turumuz burada sona eriyordu. Purnam akılda tutulamayacak kadar bol, çeşitli öneriyle bizi saldı. Tadında bırakmak üzere hostele dönmeyi seçip troleybüse bindim –binmeyeli kırk yıl olmuştur. Şoförü çıngırağına (o tanıdık ses!) hiç esirgemeden asılıyor, kızdıklarına hakaretler yağdırıyordu.




Hostel yakınlarında bir Kore lokantasına girip koca bir kase dolusu erişteli karides çorbasına yumuldum. Lezzetliydi ama asıl sıcağı onarıcı geldi.




Öğleden sonra uykusundan üşüyerek uyandım. Kırmızı fenerlerin yakılmış olacağı Çin Mahallesine doğru giderken yarı yolda pes ettim. Rüzgar devam ediyordu, halim de kalmamış. Dönüp erkenden serildim. Ancak ertesi sabah kendime gelebildim.

*
Avery ile Anna. Yavan Facebook yarenliğini aşmış bir gruptan arkadaşlarım. 2011’deki dünyanın dört bir yanından Chicago’daki buluşmamızda ilk kez yüz yüze gelmiştik. Beni hostelden aldıklarında gözlerim fazla haşlanmış birer okyanus midyesi kadar şişti hâlâ. Hava pırıl pırıl, rüzgar esip dağıtmaya devam.




Kıyıya indik. Golden Gate köprüsü buradan daha yakın görünüyordu. Kızılı pusta solmuş, upuzun.

Palace of Fine Arts (güzel sanatlar sarayı) ilk durağımız oldu. 1915’teki Panama-Pasifik fuarı için geçici olarak yapılmış ama sonradan sökmeye kıyamamışlar, göletli bahçesi içinde durdukça kalıcı olmuş. Çoğu Akdeniz bölgesinden tanıdık, bunlara eklenen yöresel bitkiler, çiçekler, ağaçlar ve su kaplumbağalarının, ördek, Kanada kazı, balıkçılların mesken tuttuğu göleti, gezinen bin bir milletten ziyaretçisiyle hoş bir şenlik.

Avery yirmi yılı aşkındır San Franciscolu olmasına rağmen bir yerden diğerine giderken duraksıyor. Sokakların çoğu tek yönlüymüş. Ankara’dan bildiğim bir mesele. GPS ile onun da arası hoş değildi. Güldüm. “Dikkat et daha kötü olmayasın. Yönsüzlüğüm bulaşıcıdır benim.” Karşılaştığım pek çok Amerikalı gibi durduğu yerde kalmamış. New York’ta doğup Portland’da yetişmiş, San Francisco’da işini kurmuş. Yine de az yer değiştirmiş sayılır.

Golden Gate Parkı. Göletleri, at çiftliği, çeşitli biçimlerde düzenlenmiş bahçeleri, bilim akademisi, Japon çay bahçesi, daha böyle nice köşesiyle bir mahalle yer tutan (dört küsur kilometre kare) ve okyanusta sonlanan büyük bir yemyeşil alan. 19. yy sonlarında park düzenlemesiyle görevlendirilen WH Hall, kumullar ve çalılıklarla kaplı araziyi binlerce ağaç dikerek ıslah etmiş. Parkın doğu yakası biçimlendirilmiş bahçeleri ve kültür kurumlarından, batı yakasıysa doğal koru ve çayırlardan oluşuyor. San Francisco’da çok sayıda ufak parktansa büyük ölçekli parklar tercih edilmiş. En büyüğü Golden Gate olmak üzere böyle üç yeşil alanı var.




De Young sanat müzesi de burada. İçinden geçip seyir kulesine çıktık. Tepeden çepeçevre San Francisco, bir yanda gökdelenleriyle şehir merkezi, derken körfez köprüsü, diğer uçta Golden Gate köprüsü.

Parktan kıyıya indik. Geniş kumsal, üzerinden silindir geçmiş gibi dümdüz, iki yana uzayıp gidiyordu. Uçurtmasıyla bir iki kişi dışında bomboş. Sular yine limonküfü, bir iki metrelik dalgalar kıyıyı döverken kumları iğne uçları halinde insanın yüzüne çalınıyordu. Yine de, denizden esen şu güçlü rüzgar ne kadar heyecan verici. Yürünür gibi değildi. Dişlerimiz aralarına giren kumla gıcır gıcır, kendimizi arabaya attık.




San Francisco da yedi tepeye kurulmuş.(Daha ufak tepelerinin sayısı kırkı buluyormuş gerçi.) Bunlardan biri, radyo vericisinin tuhaf bir çelik iskelet halinde yükseldiği Twin Peaks. Şehrin en tepeden görüldüğü yerlerden. De Young’daki perspektifin daha geniş çerçevelisi. Soluk kesici.




San Francisco bütün o kuleleri, şaşalı yapıları, köprüleriyle sekiz yüz bin küsur nüfuslu bir kent. Bu yükseklikten bir avuca sığmış görünüyor. Onca iniş yokuşu olmasa yürü yürüyebildiğine (yokuşlar onları yıldırmıyor anlaşılan, bolca bisikletli var). Ama düzlüklerin uzayıp gittiği bölgeler de yok değilmiş. Fisherman’s Wharf ile kıyı şeridi, Mission semti, Çin Mahallesi. Birer ikişer içlerinden geçtik.



60’ların karşı kültür hareketinin ünlü Haight-Ashbury’sinden gay muhiti Castro’ya, meraklısının çok olduğunu söyledikleri Tartine Manufactory’de bir tatlı-kahve molasının ardından Mission’a, hoş bir İtalyan lokantası olan Delfina’da erken başlayıp epey süren bir akşam yemeğine.

Rüzgarlı, çeşitli, koyu sohbetli, ilginç bir gün oldu.

*
Sabah 8’i çeyrek geçe çıktım. Çıkış o çıkış. Doldukça genişleyen, her bölümü başlı başına bir fasıl bir gün daha.




Uzun burunlu, siyah eski otobüs beni kapıdan aldı. Sekoya – kızılağaç ulusal parkı Muir Woods’a bununla gidiyormuşuz. Rehber-şoför siyah, tatlı bir adam, James. Yol boyu ağzı da ayaklarıyla bir işledi. (Dönüş yolunda motorun çenesiyle çalıştığı hissine kapılacak kadar dolmuştu kulaklarım.) Dil, zenci (yeni adaba göre ağza alınmayacak bir sözcük daha) hançeresinde şekerli kakaoya bulanmış fındık lezzetine geliyor. Ve yaylanarak yürüyüşlerinin iniş çıkışıyla hareketli. Popüler kültürden, kentin tarihinden, bugününden anlattıkça anlattı.




Sonunda kırmızı köprüdeydim. Sağımda San Francisco, karşısında Oakland, batı kıyısında göçmenlerin ilk durağı Angel adası, Alcatraz, solda körfezin okyanusa açılan ağzına kadar uzanan yeşilli bozlu tepeler, yarlar, burunlar (köprünün bağlandığı Marin yerleşimine ait bu tepeler köprü ve şehre eşsiz bir bakış sunuyormuş; tırmananı, yürüyüş yapanı çok). Çok güzel.. Dönüşte uğramak üzere diğer uçtaki kıyı kasabası Sausalito’dan geçtik. Giderek sıklaşıp daralarak yükselen virajlara girdik. Ormanlarla kaplı yamaçlarda evler azalıp son buldu. James en yüksek ağaçları sıraladı: Kızılağaç, köknar ve okaliptus. Gerçekten de okaliptuslar burada Avustralya’daki akrabaları kadar yüksek. Ama yağlı yapraklarıyla yangına körükle gittiklerinden seyreltiliyorlarmış şimdi.




İşte böyle, dedi James. “16 mil ve şehrin burnu dibinde müthiş bir milli parktasınız.”

İskoçyalı göçmen John Muir, yüzlerce yılık ağaçların ev yapımı, ticaret vs için kesiminin önüne geçmiş. 19. yy’da zengin bir çift, dostları Muir’den etkilenerek bölgeyi satın almış, korunması koşuluyla da eyalete bağışlamış. Kadim ormana dikkatleri çeken Muir’e şükranlarını da onun adını Roosevelt zamanında ulusal parka dönüşecek anıta vererek göstermişler.




Yirmi kişilik grubumuz parkın girişinde ayrıldı. Herkes kendine göre bir patika seçti (yarım, bir, bir buçuk saatlik yürüyüşlere ayrılmış patikalar. Tamalpais dağı ulusal parkına uzanan hiking patikaları da var). Sabahın ilk turuydu, park da kalabalık değil ama olsaydı bile dev ağaçların daha girişte telkin ettiği sessizlik fazla bozulmazdı sanki. Ormanın kendisi gibi, onun kadar derin bir sessizlik. Ulu. Kuytuların koyulaşan yeşili, aralarda kıvrılan çayın kıyısına kadar iniyor, kızılağacın onlarca metreye yükselen (115 metreye kadar çıkabilirmiş, buradaki en yüksek ağaç 79 metre) gövdelerini çevreliyor, en belirgini eğreltiotları olmak üzere bin bir biçimde toprağı kaplıyordu. Rüzgarın da sıcağın da işlemeyeceği, kendi içine yoğunlaşmış bir alan. Başım sırtıma yatmış yürüyordum ağzım açık. Yanından geçtiklerim de öyle. Sesimizi, insan gürültümüzü duyduğumuz huşu yutmuş. Ağaçların diplerine sızabilen ışık bile suskun bir yeşildi sanki. Toprağın bol olsun John Muir. Ağaca keresteden başka gözle bakılmayan bir zamanda değerlerini bildiğin, bilinmesini sağladığın için.




Sausalito. Yeşil yamaçlara serpileni kadar da yüzer-evleri olan, yat limanıysa bu ikisinden daha kalabalık hoş bir kasaba. Bisikletlilere dikkat diye uyardı James. Vızır vızır geçerler, önlerine çıkacak olursanız hiç acımazlar, pek saldırgandır buradakiler. Bisikletliyle karşılaşmadan bir uçtan diğerine, yüzer evlerden kasabanın göbeğine yürüdüm. Feribot iskelesinden San Francisco’ya karşıdan bakış. Ne farklı açılardan bakılıyor. Tepelik bir su, körfez kenti oluşunun göze açıklığı.




Köprüyü geri geçtik, turun sona erdiği Fisherman’s Wharf’ta kalabalığa karıştım. Burası rıhtım şeridinin batıya doğru devamını oluşturan bir mesire. Dönüştürülerek birçok dükkana, lokale yer açılan eski bir konserve fabrikasının tuğla binası (Cannery) ile başlıyor, rıhtıma doğru sokağın iki yanında boyası ve atmosferiyle rengarenk lokanta, kafe, hediyelik eşya dükkanıyla ta 39 numaralı iskeleye (Pier 39) kadar birkaç blok boyunca uzanıyor. Buna bugün uysal bir aslan yavrusu kadar tatlı hava, kıvamında sıcak, rüzgarsızlık ve mavi gök, henüz hafta sonu olmamasına rağmen her ırk ve ülkeden kalabalık eklenince sonuç panayır ortamı oldu. Bitiremediğim bol tuhaf soslu, karışık deniz ürünlü, falakadan geçmiş ayak şişkinliğinde sandviçin ardından (onunla boğuşurken oturduğum köşede hiç de fena olmayan bir saksafoncu müziğini yapıyordu) bir sosisli sandviç alıp başka bir köşeye gittim. Yaşlı bir teyze (Caroline Dahl) elektrikli piyanosunda insanın kanını kaynatan boogie woogie parçaları attırmaktaydı (uyuyan torununu seyreder sakin, mutlu, huzurlu bir yüzle). Ne güzel demeye kalmadı, sandviçli elimde bir darbe hissettim. Bu da nesi diyerek kafamı kaldırmamla göz ucumdan bir martı kanadı geçti, indirdiğimde sosisin yarısı uçmuştu. (Meğer bu işle sabıkalılarmış, dikkatli olmak gerek.)

Troleybüs ücretinin henüz birkaç sentini otomata atmışken Çinli şoför tamam tamam, al şunu diye biletimi uzattı. 65 bile göstersem yetmeyecek bir miktardı ama. Anlamaya çalışmadan pencere kenarına oturup başımı cama dayadım. Embarcadero’yu dönüp saat kulesinin önündeki, cumartesi günleri pazar kurulan meydandan şehrin içine saptık. San Francisco planı kafamda parça parça oturdu. Ah, bir de içinde yürürken yönlenebilsem ama bunu elimde planla bile yapamıyorum. (Gerçi ızgara başlayıp daireviye dönmek zorunda kalmış planıyla şehir basit görünümünün altında herkes için biraz karmaşıkmış.) Bütün öğrendiğim, sokak köşelerinde, ışıklarda yol sorulamayacağı. Bunun için blok aralarında gözüne şehrin yerlisi güveni içinde görünen birini kestireceksin. (Turistlerde –aslında çoğu göçmende de- olmayan bir yerinden eminlik bu. Hareketlere sinmiş, şehirle etkileşimden yansıyan.) Asyalılar ya da yaşlılar daha nazik ve acelesiz. Bu aynı zamanda bir tahmin oyunu haline geldi. Bazen tutturuyorum bazen de fena halde çuvallıyorum. (Portland’da arkadan uygun kimse gibi görünen bir evsize sanat müzesini sormuştum –gerçi dişsiz ağzıyla doğru yönü gösterdiydi.)

SFMoMa –San Francisco Modern Sanat Müzesi. Magritte sergisi için. Yirmili yaşlarımda Brüksel’de gördüğüm retrospektifi iliğime işlemiş şeylerden oldu. Ona, gençliğime bir selam olarak. Ama meğer beni bekleyen bambaşka bir şeymiş. Beşinci Mevsim başlığı altında Magritte’in daha az tanınan bir döneminin, Alman işgali sonrasının eserleri bir araya getirilmiş. İlk bakışta empresyonist herhangi bir resim gibi görünen giriş tablosuyla hayal kırıklığı duymaya fırsat kalmadan Magritte beni yerli yerime oturttu. Naziler ve savaşla beraber sürrealistlerden kopmuş. (“Sanatlarıyla korkutup şaşırtmaya dayanıyorlardı. Onların bu aptalca çabasında Naziler çok daha başarılıydı.”) Ama ta ilk gençliğimden onda bir ruh ortaklığı hissettiren oyunları, soruları, sorgulamaları beşinci mevsiminde de sürmüş. Olağanı olağanüstü hale getiren yer değiştirmeleri, anlam kaydırmaları, koyduğu başlıklarla eklediği bilişsel katmanlar.. Otuz yıl sonra aynı sıcaklıkla yeniden merhaba Magritte!


SFMoMa, şehrin göbeğinde geniş, aydınlık, büyük ve haliyle modern bir yapı. Daha neler varmış diye bakarken Louise Bourgeois’nın örümceklerini görünce bu kaçmaz diye beşinci kata çıktım. İşte oradaydılar. Bembeyaz bir salonda en ufağı benim yarım kadar ve duvarda, diğerleri alt alta ya da tek başına yerde. Örümceklere hep hayranlık duymuş LB. Zeki, çalışkan (annesi gibi), takdiri şayan ama bir yandan da tehlikeli, kötücül, ölümcül. Neredeyse mekanik kafalarının altında hayvani taraflarına geri dönen gövdeleri, birer heykeltıraşlık harikası bacaklarıyla. (Siyah kadın görevliye yöneldim. Rüyanızda diye başlamıştım ki rastalı başını hararetle iki yana salladı, tombul yüzünde bir gülüşle hayır hayır, dedi, ay herkes aynını soruyor. Rüyamda onları görmüyorum!”)

Avery’nin sürüyorsa kaçırma dediği fotograf sergisine de uğradım: Tren. RFK’nin Son Yolculuğu. Suikasta uğrayan Robert Kennedy’nin cenazesini New York’tan Başkent Washington’daki Arlington mezarlığına götüren trenin yolculuğu üç açıdan belgelenmiş. Görevli fotografçı Paul Fusco, yol boyu sıralanarak (ellerinde afişler, kameralar, kucaklarında çocuklar) Kennedy’yi uğurlayanları trenden çekmiş. Hollandalı sanatçı Rein Jelle Terpstra (2014-2018 arası) bu fotograflardan yola çıkıp trenin foto ve filmlerini çekenlere ulaşarak ellerindeki görüntüleri toplamış. Fransız sanatçı Philippe Parreno da Fusco’nun görüntülerinden esinlenerek çektiği 70 mm filmde olayı yeniden canlandırmış. İlginç bir fikir, belgesel ve çeşitlemesi.

Müzenin yedi katındaki sürekli sergiler bir modern sanat müzesinin olmazsa olmazları. Cy Twombly ile Roy Lichtenstein’da adımlarımı yavaşlattım. Başka bir sevdiğimin, Alexander Calder’in eserlerine ayrılan terasta dolandım. Yükümü almış, Union Square’e yöneldim. Kudurgan rüzgarın yokluğunda tatlı tatlı uzayan gölgeleriyle basamaklarda, masa başlarında oturmuş dinlenenleri seyrettim. Magritte böyle bir Amerikan meydanının şu anında neler görür, hangi anlamları nerelere kaydırır, alışılmışın hemen altına nasıl dinamitler yerleştirirdi?




Akşam, karşıki bakkalın bir köşesindeki Mangal-Akdeniz mutfağına gittim. Pide arası döner, üstüne iki parça baklava. Türk olduğumu neden daha önce belirtmediğime hayıflandı sahibi. “Neyse, yarın gelin, bir şeyler düşünelim size.”

(Arkası yarın)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder