Yağmuru, kurşuni gök ile soğuğunu Chicago’da bıraktım,
yürek sıcaklığıyla Seattle’a uçtum. Şimdilik burada yaşayan Bahar ve Kanada’dan
gelen Ahu’yla buluştum. 60 yaş etiketi kopmuş gitmiş, okul yıllarımızdaki
halimize dönüverdik. Neşe, kahkahalar, bir ucu kolektif bir şabanlığa varan
saflık, katışıksızlık.
Ayağımın bulutuyla Bahar kolumdan tuttuğu gibi Ece
Temelkuran’la bir söyleşiye götürdü. Akşamüzerinin usul ışığında Washington
Üniversitesinin bol yeşil parkında (burada bol yeşil olmayan bir yer yok) uzaklardan
karlı yamaçlarıyla kol kanat germiş bir yerli şefi, şaman gibi yükselen Rainier
dağının arka planı, yeniden bir araya gelen üç çocukluk arkadaşının şenliğine
katılan bir öğrenci şenliği, haydi bakalım diyerek söyleşinin olduğu amfiye yürüdük. Evsizleşme, aidiyet, unutma ve hatırlama üzerine düşündüren bir
söyleşi. (Gerçeği kendine göre kırpan, yontan hafıza ile hatırlamanın bazen
unutmaya hizmet ettiği gibi bazen de insanın ancak hatırladıklarını unutarak
gerçeği hatırlayabileceğine işaret etti Ece Temelkuran.)
*
Ertesi gün.
Pasifik Okyanusunun depremler, yanardağ patlamalarıyla
oyarak girinti çıkıntılar, ada ve lagünlerle işlediği Puget Boğazında (Puget Sound)
yeşil bir yolculuk. Yemyeşil. Tarihi Port Townsend’da grubumuzun “rehberi” –şu
işe bakın- burayı önceki gezimde gören benim. 1800’lerin sonlarından kalma
yapıları tek caddesi üzerinde sıralanan güzel bir liman kasabası.
Öğle yemeği başka yerde ama. Yeniden feribota binip
Whidbey adasına geçtik. Hava pırıl pırıl, güneşli. Bu bölgede kış boyu aylarca
hasret kaldıkları türden. Ne sıcak ne soğuk. Yürü yürüyebildiğince havası.
Coupeville’de salaş bir lokanta için sıramızı beklerken
aşağı, sahile indik. Üç çocukluk arkadaşıyla Bahar’ın bizi, çocuklaşmamızı ne
hoş karşılayan, mizahı ile halimize ayna tutan kocası Bob.
İnsanı yaş ile birlikte katılaştıran kimlik savunmasından
eser kalmaması ne kadar rahatlatıcı, yumuşatıcı. Yüreğinle algılamak. Whidbey’nin
dinginliği de havaya ve havamıza karıştığında ortaya çıkan derin bir huzur oldu,
huzur ve keyif. Verimli toprağa bahar büyük bir çeşitlilikle gelmiş; rengarenk çiçek
ve ağaçlar kadar sayısız ton ve biçimde yeşile de adım başı durarak gözlerimizi,
burnumuzu daldırıyorduk.
Sanatçı mezrası Langley. Üç yıl önceki gibi ilk andan içimi
ısıttı. Music for the Eyes’a, Türkiye ve Türki cumhuriyetlerden halı, takı, müzik
aletleri, öteberiyle tıka basa dolu, renkli dükkana bir kez daha merhaba demek istedim.
Burayı Bahar ile Bob da keşfetmiş. Sahibi Fred’le uzun uzun sohbet ettik. Daha doğrusu
o içini döktü, biz dinledik, Türkiye’nin haline birlikte ah ettik.
Oradan küçük bir çıngırak aldım. (İpine geçirilmiş etikette
“Akşam alacasının uzayan gölgeleri, ufkun turuncusunu örten bir toz bulutu ve bir
oradan bir buradan çınlayan çıngıraklar..” diye yazıyordu.) Yola devam ettiğimizde
önce parmağıma, sonra sırt çantama taktım. Ada, duygusu, arkadaşlarımla olmanın
mutluluğu arasında her adımda çın çın gidip geldi sesi.
Günün tadını akşam ışığına banarak oturduk, bir bahçede çay
içtik. Acelesiz kalktık, bunu kaçırsak yarım saatte bir feribot var. İki yanı ormanlık
yolda biraz gidip upuzun bir kuyruğa denk geldik. Gün boyu neredeymiş onca insan?
Ada en ufak bir kalabalık hissi vermeyecek kadar büyüktü. İki saate yakın bekleyişi
de hoş bir eğlence haline getirmeyi bildik.
(Arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder