Sondan
Uçak inmiş de ben daha inmemişim gibi bir hisle uzanmış
oturuyordum. Hava kadar hafif bir “iki aradalık” hali. Aynı usulcalıkla
sahneler, düzensiz uzunluklarda iç gözümden akmaya başladı.
Bir göl kıyısı
Akşamüzeri bir ada
Kahkahalar
Köprüyü geçerken
Bir hostel odası
Kendiliğinden. Beynimdeki operatör, şimdi arkana yaslanıp
yaşadıklarını seyir vakti der gibi. O hafiflikle, yumuşaklıkla yazabilmek
isterdim ama yazmak seyri yeniden yaratmak demek. Farklı bir iş. Farklı da bir
tat. İçinden geçtiğin-içinden geçen sahneleri harita, şişe kapağı, bilet vs hatıralık ile
birlikte saklamanın, geri dönüp canlandırdığın anlara katmanın yolu.
Kendiliğinden canlanan hayallerden başka da olsa damağımdaki tadı benzer.
Pekala. Filmi başa saralım.
*
Uçuş uzun ama sonu tatlı. Chicago.
Bulut Kapısı -ya da halk arasındaki adıyla Fasulye- Anish Kapoor
Chicago’nun bendeki hissi aydınlık, havadar. Renkleri,
durdukça demlenen tadı bunu izliyor.
Sabah. Suyu camgöbeğine çalan Michigan gölüne bakan odamdan çıkıp dışarı adımımı atmamla beraber sert-soğuk, insanı lime lime kesen rüzgarını yüzümde hissettim. Hayret, şehre şanını kazandıran rüzgarı, benim Chicago izlenimimde yer almıyor. Benimki hep sakin, arkadaşça.
Hava günlük güneşlikmiş gibi ince üst başlarıyla rahat
rahat yürüyen yerlilere öykünüp kasılan bedenimi gevşettim. Böylece üşümenin
miktarını değil ama hissini beterden iyiye getirerek yürümeye başladım.
Gürültülü okul gruplarıyla Uzakdoğulu turist kafileleri arasından, gözüm kah
önümde kah yüzyılı aşan akımları ardı ardına sergileyen cephelerin hareketli
değişiminde, acı acı esen rüzgara karşı gittim de gittim. Senfoni binasının
program panosuna burnumu yapıştırdım. Damıtılmış, iyice demlenmiş orkestranın
kulakları kanatlandırışı, seni alıp ne derinliklere çekişi geri geldi. Büyük
otellerin, küçük lokallerin önünden, yoksulluğun, bu aydınlık, güzellik ve
ışıltının dışında kalanın başka taraflara, öteye süpürüldüğü Michigan caddesinden ırmağa doğru devam ettim. Gökdelenlerin dikeyliğinin göl, yeşil
alanlar ve ırmağın yataylığıyla böylesine dengelenmesi bir kez daha hoşuma
gitti.
Millenium Parkta laleler ile Bulut Kapısı üşüdüğümü
unutturdu. Zamanı geçti geçecek lalelerin kendi ömrümü yansıtışıyla Anish
Kapoor’un anıtsal çelik yüzeyindeki (gökyüzü, yeryüzü ve bu ikisi
arasındakilerin) yansımalarına kapılıp gittim.
*
Art Institute önünde beklerken biraz ötedeki ikisi
yaşlıca, biri yaşlı üç erkekten yaşlı olanla göz göze geldik. Biraz sonra
yanıma geldi. Siz de bizim gibi Uber mi bekliyorsunuz, dedi. Bu şehrin gökten
inme sohbetlerinden biri de öyle başladı. Türk olduğumu öğrenince üniversite
zamanından tanıdığı bir Türk’ün adını söyledi: Atalay Yörükoğlu. Derken laf
döndü dolaştı, şu sıralar üzerinde çalıştığı konuya geldi: Özgür irade. Hannah
Arendt’in elimdeki kitabında tam da bu bölümde olduğumu söyledim. Arendt ha,
hemen bakacağım dedi gözleri parlayarak. Bekledikleri araba geldiğinde çıkınındakini
yanındakiyle paylaşıvermiş biri gibi hissettim kendimi.
Tesadüfler ve birbirlerine ilmiklenişleri.
Müzisyen bir dostun oturma odasında
Higher
Burada kalır okur, yazar, keyfine bakabilir
ya da çıkıp etrafta dolaşır, bir kahvede oturabilirsin, dedi Patricia, nasıl
istersen. “Benim şunu tamamlamam gerek.” Kaldım. Kurşun kalemi dişlerinin
arasına kıstırıp içeri girdiğimde tekrarladığı ölçüye döndü. Higher adlı parçasının piyano eşliği üzerinde
çalışıyordu. Caz müzisyenlerinin işin çoğunu doğaçlamaya bırakan kestirme
yazışı yerine klasik eşlik piyanosunun dakik, nüanslı yazımıyla meşguldü.
Bestelerken ya da düzenlemede bilgisayar değil kurşun kalem ve nota
kağıdı kullanıyor. Bunların üzerinde durduğu sehpa yanı başında. Bir akort,
akordun bir kısmı, bir tril ve dönüp kaleme sarılıyor, yeniden yazıyor, bunu
önündeki notalarla karşılaştırıp iki üç notayı tekrarlıyordu. Uzun, zahmetli
bir süreç. Kulağı orada olmayana göre zahmetli; çalan ya da dinleyen olarak
kulağını tümüyle verdiğindeyse müzikten bile öte bir anda oluş getiriyor. O
vakit ne öncesi ne sonrası, sırf uzayan sessizliklerle bölünen kesintili bir
akış var. Anları parçalarına, kesirlerine ayıran bir büyüteci müziğin dokusuna
tutar gibisin. Rüya zamanı gibi. Anlatmaya kalktığında rüyanın tek bir anına
katman katman ne çok girdi, veri sığdığını görürsün. Gelmiş, gelecek, yalnızca
senin içinde var olan tek bir anda içkindir. Ya da DNA sarmalı. Sarılıp dürülüp
bir hücreye sığdırılan malzeme açılıp serilecek olsa kabını nasıl kat be kat
aşarsa.
Ses provalarına da bayıldığımı bildiğinden olsa gerek,
bir saat kadar sonra arkasını döndüğünde beni dört köşe bulduğuna pek şaşmadı.
Yan pencerede, bizdekini yine epey geriden izleyen
baharın olanca gücüyle çiçek açmış bir erguvan, eflatun şemsiyesini tavusun
kuyruğu gibi bir gösterişle kurşuni göğe açmış, tam bir notalık sus işaretinin
oturaklılığıyla dikilmekteydi.
(Arkası yarın)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder