Suskun (bazen ne kadar iyi oluyor) bir taksi şoförü beni
hostele bıraktığında vakit gece yarısıydı. Giriş çıkışın kesintisiz olduğu bir
yerde herhangi bir zaman. Çarşaflar, havlu ve kapı kartını elime verdiler,
kuralları sıraladılar ve uykulu kafamla beni, bir bakalım nasıl olacak haline saldılar. Parmaklarımın ucuna basarak
girdiğim iki ranzalık odada ertesi gün fena halde güneş çarptığını göreceğim
bir oğlan dışında kimse yoktu ama bir onun üstündeki yatak tutulmamıştı.
Elimdekileri (kapı kartı, pasaport vs) bir kaybedip yeniden bulduğum uzadıkça
uzayan yarı transta bir debelenmeden sonra nihayet ranzanın merdivenine ayak
attım. Zaten daracıktı, yatağa bitiştiği yerde bir de korkulukla daralıyordu.
Hiç insan görmemiş bir uzaylı, patronunun “böyle bir şey işte” diye gösterdiği
çöp adam çizimine göre tasarlamış gibi. Tamam, hostellerin asıl kitlesi gençler
ama onlar da sıvı olup akarak hareket etmiyor ki. Tasarımın iyi yanı yatağın
arka tarafıyla başucunda okuma lambası ile dar bir rafın bulunduğu bir kısmının
kapalı olması. Mahremiyetin her şeyden önce geldiği bir kültürün iyi tarafı,
bunu kısmen de olsa bir hostel ortamında bile sunması.
Tuvalete kalkma korkum yersizmiş, o merdivenden nasıl
ineceğim sorusuyla taş gibi bir uykunun ardından ancak ertesi sabah yüz yüze
geldim. Bir karışlık açıklıktan nasıl sarkmalı? Bu sırada çekilmiş bir videomu
sonradan seyretmek isterdim. (Neyse ki tekrarına gerek kalmadı. Güneş çarpmış
oğlanın ayrıldığını gördüğüm an fırlayıp onun yatağını kaptım.)
Günaydın hostel. Kalanı, çalışanı, her yanı genç, işlek,
renkli. Lonely Planet’in gayet memnun kaldığım bir tavsiyesi daha: USA Hostels.
(“Ye. Uyu. Keşfet. Tekrarla.”) İster kendi kendine ister oradan buradan
ahbaplık ederek vakit geçireceğin ortak alanlar, bazı akşamlar çeşitli
milletten insanın aşçılık hünerlerini sergilediği, bulaşığını kendin yıkadığın
kahvaltı salonu. En sık sorulan yerlerin alıp cebine atabileceğin ayrıntılı yol
tarifleri. Birinci dünyadan kısıtlı bir bütçeyle dolaşanların kalışını
kolaylaştırıcı bir düzen.
Günün etkinliği yürüyüş turu. Ücretsiz. Lobide 15-20 kişiyle rehberi beklerken benden büyük bir çift ile bir adam görüp kalabalıkta
başka bir küçüğe rastlayınca yüzü gülen bebek gibi mi oldum? Yok, yaşından,
yaşıyla git gide ciddiye binen yüzleşmesinden sıyrılmış, bu fikrin ötesinde bir
kendilik halindeydim. Kıyas dışı. Neysem o işte.
Geciken rehberimiz, koyu tenini dişlerinin akıyla
aydınlatan bir gülüşle göründü. 20’lerinde Hintli bir kız: Purnam. İngilizcesi
de buram buram Hint’ti, anlaşılır ama bol baharatlı. Romeninden Almanına,
Avustralyasından Fransızına, Amerika’nın dört bir yanından gelenine yamalı bir
bohça, Posta caddesinden vurduk aşağı. 4-5 saat süren tur, haritada görüneni
doğruladı. San Francisco derli toplu bir kent. Eşit kenar bir yamuğun sınırları
içinde yoğunlaşmış.
Haritada görünmeyen, topografyası. İnsan bunu ancak içinde
(ve yürürken bacaklarında) kavrıyor. Hostelin bulunduğu Post Street’ten kentin
merkezi noktalarından Union Square’e uzanan düzlüğün kural değil istisna
olduğunu sokak aralarına baktığında anlıyor. Posta caddesi, çılgınca bir
dalgalanmanın ortasında fotografı çekilerek dondurulmuş çarşafı andıran bir yer
yüzeyinin ender sakin anlarından.
Ünlü Çin
Mahallesine girdik. Çinlilerin ağırlıklı olduğu birkaç mahallenin en büyüğü
burasıymış. Şehrin hatırı sayılır bir Çinli nüfusu var. Göze çarpan da haliyle
Uzakdoğulular. Girişinde olmazsa olmaz aslanlı kapı (bir beyaz tarafından
tasarlanmış). Daracık sokak aralarında günbatımıyla birlikte yakılan kırmızı
fenerler. Ufak, kokulu, gizemli, rüküş ya da ucuz nesnelerle dolu dükkanlar.
Pencerelerden sarkan çamaşırlar, Çin çalgılarıyla sokak müzisyenleri. Fallı
kurabiyelerin imalathanesinden filmi çekilmiş Amy’s Barber Shop’a, burnumuzu
oraya buraya sokup çıkara, duvar resimleri ve hikayelerine dala (Bruce Lee burada
yaşamış) mahallenin diğer ucuna yürüdük. Benden yaşlı bey Purnam’a Bullit (Gangsterin Kaderi) filminin
burada mı çekildiğini sordu. Ama gencecik rehberimiz Steve McQuinn’in bile
adını duymamıştı.
Çinlilerin bitişiğinde İtalyanların yoğun olduğu North
Beach yer alıyor. Küçük kafeler, İtalyan lokantaları, pizzacılar. Moladan
yararlanıp pizza, kahve alanları Washington meydanındaki Azizler Peter ve Paul
kilisesinin parkında çimenlere oturarak bekledik. Güneşli, tatlı bir gün ama allahtan
uyarılara kulak verip buraya gelirken son anda bir polar ceket almışım.
Rüzgarsız anlarda bile rüzgarlığımın altında, ince iki katmanın üzerinde (ve
Mayıs’ın sonunda) fazla gelmedi, sonrasındaysa beni hapı yutmaktan kurtardı.
Oradan yaman bir yokuşa vurup Telgraf Tepesine tırmandık.
Üzerindeki Coit Kulesine para verip
çıkmaya değmeyeceğini söyledi Purnam, hep bir kalabalık, zamanı daraltan bir
itiş kakış olurmuş. Gerek de yoktu. Durduğumuz yerden uzayıp giden caddenin iki
bölüme ayırdığı karşı yamacın görüntüsü şaşırtıcıydı. Kulenin dibindense karşı
kıyıdaki Oakland’a uzanan Bay Bridge (körfez köprüsü), 1936-37 Uluslararası
Golden Gate fuarı için yapılmış Treasure Island (19. yy sonlarında kısa bir
süre San Francisco’da yaşayan Robert Louis Stevenson’ın romanının adı
verilmiş), tünediği kayalık ile Alcatraz ve Golden Gate Bridge, San Francisco
dendiğinde ilk göz önüne gelen köprü ayaklar altındaydı. Okyanusu limon küfü
rengine kesip köpürten deli rüzgarla çepeçevre sarılmıştık. Rüzgarlı Şehir
adını takarak Chicago’ya haksızlık etmişler, buradaki, rüzgar öyle olmaz böyle
olur diyor. Güneşin sıcağını silip süpürüyor, üşütüyor, serseme çeviriyor.
Saçımız başımız birbirine karışa kıyıya, Fisherman’s Wharf’ın (balıkçı
iskelesi) bitişiğindeki Pier 39’a, 39 numaralı rıhtıma indik. İrili ufaklı
iskeleleriyle liman bölgesi Embarcadero’ya. Turumuz burada sona eriyordu.
Purnam akılda tutulamayacak kadar bol, çeşitli öneriyle bizi saldı. Tadında
bırakmak üzere hostele dönmeyi seçip troleybüse bindim –binmeyeli kırk yıl
olmuştur. Şoförü çıngırağına (o tanıdık ses!) hiç esirgemeden asılıyor,
kızdıklarına hakaretler yağdırıyordu.
Hostel yakınlarında bir Kore lokantasına girip koca bir
kase dolusu erişteli karides çorbasına yumuldum. Lezzetliydi ama asıl sıcağı
onarıcı geldi.
Öğleden sonra uykusundan üşüyerek uyandım. Kırmızı fenerlerin
yakılmış olacağı Çin Mahallesine doğru giderken yarı yolda pes ettim. Rüzgar
devam ediyordu, halim de kalmamış. Dönüp erkenden serildim. Ancak ertesi sabah
kendime gelebildim.
*
Avery ile Anna. Yavan Facebook yarenliğini aşmış bir
gruptan arkadaşlarım. 2011’deki dünyanın dört bir yanından Chicago’daki
buluşmamızda ilk kez yüz yüze gelmiştik. Beni hostelden aldıklarında gözlerim
fazla haşlanmış birer okyanus midyesi kadar şişti hâlâ. Hava pırıl pırıl,
rüzgar esip dağıtmaya devam.
Kıyıya indik. Golden Gate köprüsü buradan daha yakın
görünüyordu. Kızılı pusta solmuş, upuzun.
Palace
of Fine Arts (güzel sanatlar sarayı) ilk durağımız oldu.
1915’teki Panama-Pasifik fuarı için geçici olarak yapılmış ama sonradan
sökmeye kıyamamışlar, göletli bahçesi içinde durdukça kalıcı olmuş. Çoğu
Akdeniz bölgesinden tanıdık, bunlara eklenen yöresel bitkiler, çiçekler,
ağaçlar ve su kaplumbağalarının, ördek, Kanada kazı, balıkçılların mesken
tuttuğu göleti, gezinen bin bir milletten ziyaretçisiyle hoş bir şenlik.
Avery yirmi yılı aşkındır San Franciscolu olmasına rağmen
bir yerden diğerine giderken duraksıyor. Sokakların çoğu tek yönlüymüş.
Ankara’dan bildiğim bir mesele. GPS ile onun da arası hoş değildi. Güldüm.
“Dikkat et daha kötü olmayasın. Yönsüzlüğüm bulaşıcıdır benim.” Karşılaştığım
pek çok Amerikalı gibi durduğu yerde kalmamış. New York’ta doğup Portland’da
yetişmiş, San Francisco’da işini kurmuş. Yine de az yer değiştirmiş sayılır.
Golden
Gate Parkı. Göletleri, at çiftliği, çeşitli biçimlerde düzenlenmiş
bahçeleri, bilim akademisi, Japon çay bahçesi, daha böyle nice köşesiyle bir
mahalle yer tutan (dört küsur kilometre kare) ve okyanusta sonlanan büyük bir
yemyeşil alan. 19. yy sonlarında park düzenlemesiyle görevlendirilen WH Hall, kumullar ve çalılıklarla kaplı araziyi binlerce ağaç dikerek
ıslah etmiş. Parkın doğu yakası biçimlendirilmiş bahçeleri ve kültür
kurumlarından, batı yakasıysa doğal koru ve çayırlardan oluşuyor. San
Francisco’da çok sayıda ufak parktansa büyük ölçekli parklar tercih edilmiş. En
büyüğü Golden Gate olmak üzere böyle üç yeşil alanı var.
De
Young sanat müzesi de burada. İçinden geçip seyir kulesine
çıktık. Tepeden çepeçevre San Francisco, bir yanda gökdelenleriyle şehir
merkezi, derken körfez köprüsü, diğer uçta Golden Gate köprüsü.
Parktan kıyıya indik. Geniş kumsal, üzerinden silindir
geçmiş gibi dümdüz, iki yana uzayıp gidiyordu. Uçurtmasıyla bir iki kişi dışında
bomboş. Sular yine limonküfü, bir iki metrelik dalgalar kıyıyı döverken kumları
iğne uçları halinde insanın yüzüne çalınıyordu. Yine de, denizden esen şu güçlü
rüzgar ne kadar heyecan verici. Yürünür gibi değildi. Dişlerimiz aralarına
giren kumla gıcır gıcır, kendimizi arabaya attık.
San Francisco da yedi tepeye kurulmuş.(Daha ufak
tepelerinin sayısı kırkı buluyormuş gerçi.) Bunlardan biri, radyo vericisinin
tuhaf bir çelik iskelet halinde yükseldiği Twin
Peaks. Şehrin en tepeden görüldüğü yerlerden. De Young’daki perspektifin
daha geniş çerçevelisi. Soluk kesici.
San Francisco bütün o kuleleri, şaşalı yapıları, köprüleriyle
sekiz yüz bin küsur nüfuslu bir kent. Bu yükseklikten bir avuca sığmış
görünüyor. Onca iniş yokuşu olmasa yürü yürüyebildiğine (yokuşlar onları
yıldırmıyor anlaşılan, bolca bisikletli var). Ama düzlüklerin uzayıp gittiği
bölgeler de yok değilmiş. Fisherman’s Wharf ile kıyı şeridi, Mission semti, Çin
Mahallesi. Birer ikişer içlerinden geçtik.
60’ların karşı kültür hareketinin ünlü Haight-Ashbury’sinden
gay muhiti Castro’ya, meraklısının çok olduğunu söyledikleri Tartine
Manufactory’de bir tatlı-kahve molasının ardından Mission’a, hoş bir İtalyan
lokantası olan Delfina’da erken başlayıp epey süren bir akşam yemeğine.
Rüzgarlı, çeşitli, koyu sohbetli, ilginç bir gün oldu.
*
Sabah 8’i çeyrek geçe çıktım. Çıkış o çıkış. Doldukça
genişleyen, her bölümü başlı başına bir fasıl bir gün daha.
Uzun burunlu, siyah eski otobüs beni kapıdan aldı. Sekoya
– kızılağaç ulusal parkı Muir Woods’a
bununla gidiyormuşuz. Rehber-şoför siyah, tatlı bir adam, James. Yol boyu ağzı
da ayaklarıyla bir işledi. (Dönüş yolunda motorun çenesiyle çalıştığı hissine
kapılacak kadar dolmuştu kulaklarım.) Dil, zenci (yeni adaba göre ağza
alınmayacak bir sözcük daha) hançeresinde şekerli kakaoya bulanmış fındık
lezzetine geliyor. Ve yaylanarak yürüyüşlerinin iniş çıkışıyla hareketli.
Popüler kültürden, kentin tarihinden, bugününden anlattıkça anlattı.
Sonunda kırmızı köprüdeydim. Sağımda San Francisco,
karşısında Oakland, batı kıyısında göçmenlerin ilk durağı Angel adası,
Alcatraz, solda körfezin okyanusa açılan ağzına kadar uzanan yeşilli bozlu
tepeler, yarlar, burunlar (köprünün bağlandığı Marin yerleşimine ait bu tepeler
köprü ve şehre eşsiz bir bakış sunuyormuş; tırmananı, yürüyüş yapanı çok). Çok
güzel.. Dönüşte uğramak üzere diğer uçtaki kıyı kasabası Sausalito’dan geçtik. Giderek
sıklaşıp daralarak yükselen virajlara girdik. Ormanlarla kaplı yamaçlarda evler
azalıp son buldu. James en yüksek ağaçları sıraladı: Kızılağaç, köknar ve
okaliptus. Gerçekten de okaliptuslar burada Avustralya’daki akrabaları kadar
yüksek. Ama yağlı yapraklarıyla yangına körükle gittiklerinden
seyreltiliyorlarmış şimdi.
İşte böyle, dedi James. “16 mil ve şehrin burnu dibinde
müthiş bir milli parktasınız.”
İskoçyalı göçmen John Muir, yüzlerce yılık ağaçların ev
yapımı, ticaret vs için kesiminin önüne geçmiş. 19. yy’da zengin bir çift, dostları
Muir’den etkilenerek bölgeyi satın almış, korunması koşuluyla da eyalete
bağışlamış. Kadim ormana dikkatleri çeken Muir’e şükranlarını da onun adını
Roosevelt zamanında ulusal parka dönüşecek anıta
vererek göstermişler.
Yirmi kişilik grubumuz parkın girişinde ayrıldı. Herkes
kendine göre bir patika seçti (yarım, bir, bir buçuk saatlik yürüyüşlere
ayrılmış patikalar. Tamalpais dağı ulusal parkına uzanan hiking patikaları da
var). Sabahın ilk turuydu, park da kalabalık değil ama olsaydı bile dev ağaçların
daha girişte telkin ettiği sessizlik fazla bozulmazdı sanki. Ormanın kendisi
gibi, onun kadar derin bir sessizlik. Ulu. Kuytuların koyulaşan yeşili,
aralarda kıvrılan çayın kıyısına kadar iniyor, kızılağacın onlarca metreye
yükselen (115 metreye kadar çıkabilirmiş, buradaki en yüksek ağaç 79 metre)
gövdelerini çevreliyor, en belirgini eğreltiotları olmak üzere bin bir biçimde
toprağı kaplıyordu. Rüzgarın da sıcağın da işlemeyeceği, kendi içine yoğunlaşmış
bir alan. Başım sırtıma yatmış yürüyordum ağzım açık. Yanından geçtiklerim de
öyle. Sesimizi, insan gürültümüzü duyduğumuz huşu yutmuş. Ağaçların diplerine
sızabilen ışık bile suskun bir yeşildi sanki. Toprağın bol olsun John Muir.
Ağaca keresteden başka gözle bakılmayan bir zamanda değerlerini bildiğin,
bilinmesini sağladığın için.
Sausalito.
Yeşil yamaçlara serpileni kadar da yüzer-evleri olan, yat limanıysa bu
ikisinden daha kalabalık hoş bir kasaba. Bisikletlilere dikkat diye uyardı
James. Vızır vızır geçerler, önlerine çıkacak olursanız hiç acımazlar, pek
saldırgandır buradakiler. Bisikletliyle karşılaşmadan bir uçtan diğerine, yüzer evlerden kasabanın göbeğine yürüdüm. Feribot iskelesinden San Francisco’ya
karşıdan bakış. Ne farklı açılardan bakılıyor. Tepelik bir su, körfez kenti
oluşunun göze açıklığı.
Köprüyü geri geçtik, turun sona erdiği Fisherman’s Wharf’ta kalabalığa
karıştım. Burası rıhtım şeridinin batıya doğru devamını oluşturan bir mesire.
Dönüştürülerek birçok dükkana, lokale yer açılan eski bir konserve fabrikasının
tuğla binası (Cannery) ile başlıyor, rıhtıma doğru sokağın iki yanında boyası
ve atmosferiyle rengarenk lokanta, kafe, hediyelik eşya dükkanıyla ta 39
numaralı iskeleye (Pier 39) kadar birkaç blok boyunca uzanıyor. Buna bugün
uysal bir aslan yavrusu kadar tatlı hava, kıvamında sıcak, rüzgarsızlık ve mavi
gök, henüz hafta sonu olmamasına rağmen her ırk ve ülkeden kalabalık eklenince
sonuç panayır ortamı oldu. Bitiremediğim bol tuhaf soslu, karışık deniz ürünlü,
falakadan geçmiş ayak şişkinliğinde sandviçin ardından (onunla boğuşurken
oturduğum köşede hiç de fena olmayan bir saksafoncu müziğini yapıyordu) bir
sosisli sandviç alıp başka bir köşeye gittim. Yaşlı bir teyze (Caroline Dahl)
elektrikli piyanosunda insanın kanını kaynatan boogie woogie parçaları
attırmaktaydı (uyuyan torununu seyreder sakin, mutlu, huzurlu bir yüzle). Ne
güzel demeye kalmadı, sandviçli elimde bir darbe hissettim. Bu da nesi diyerek
kafamı kaldırmamla göz ucumdan bir martı kanadı geçti, indirdiğimde sosisin
yarısı uçmuştu. (Meğer bu işle sabıkalılarmış, dikkatli olmak gerek.)
Troleybüs ücretinin henüz birkaç sentini otomata atmışken
Çinli şoför tamam tamam, al şunu diye biletimi uzattı. 65 bile göstersem
yetmeyecek bir miktardı ama. Anlamaya çalışmadan pencere kenarına oturup başımı
cama dayadım. Embarcadero’yu dönüp saat kulesinin önündeki, cumartesi günleri
pazar kurulan meydandan şehrin içine saptık. San Francisco planı kafamda parça
parça oturdu. Ah, bir de içinde yürürken yönlenebilsem ama bunu elimde planla
bile yapamıyorum. (Gerçi ızgara başlayıp daireviye dönmek zorunda kalmış
planıyla şehir basit görünümünün altında herkes için biraz karmaşıkmış.) Bütün
öğrendiğim, sokak köşelerinde, ışıklarda yol sorulamayacağı. Bunun için blok
aralarında gözüne şehrin yerlisi güveni içinde görünen birini kestireceksin.
(Turistlerde –aslında çoğu göçmende de- olmayan bir yerinden eminlik bu.
Hareketlere sinmiş, şehirle etkileşimden yansıyan.) Asyalılar ya da yaşlılar
daha nazik ve acelesiz. Bu aynı zamanda bir tahmin oyunu haline geldi. Bazen
tutturuyorum bazen de fena halde çuvallıyorum. (Portland’da arkadan uygun kimse
gibi görünen bir evsize sanat müzesini sormuştum –gerçi dişsiz ağzıyla doğru
yönü gösterdiydi.)
SFMoMa
–San Francisco Modern Sanat Müzesi. Magritte
sergisi için. Yirmili yaşlarımda Brüksel’de gördüğüm retrospektifi iliğime
işlemiş şeylerden oldu. Ona, gençliğime bir selam olarak. Ama meğer beni
bekleyen bambaşka bir şeymiş. Beşinci
Mevsim başlığı altında Magritte’in daha az tanınan bir döneminin, Alman
işgali sonrasının eserleri bir araya getirilmiş. İlk bakışta empresyonist
herhangi bir resim gibi görünen giriş tablosuyla hayal kırıklığı duymaya fırsat
kalmadan Magritte beni yerli yerime oturttu. Naziler ve savaşla beraber
sürrealistlerden kopmuş. (“Sanatlarıyla korkutup şaşırtmaya dayanıyorlardı.
Onların bu aptalca çabasında Naziler çok daha başarılıydı.”) Ama ta ilk
gençliğimden onda bir ruh ortaklığı hissettiren oyunları, soruları,
sorgulamaları beşinci mevsiminde de sürmüş. Olağanı olağanüstü hale getiren yer
değiştirmeleri, anlam kaydırmaları, koyduğu başlıklarla eklediği bilişsel
katmanlar.. Otuz yıl sonra aynı sıcaklıkla yeniden merhaba Magritte!
SFMoMa, şehrin göbeğinde geniş, aydınlık, büyük ve
haliyle modern bir yapı. Daha neler varmış diye bakarken Louise Bourgeois’nın
örümceklerini görünce bu kaçmaz diye beşinci kata çıktım. İşte oradaydılar.
Bembeyaz bir salonda en ufağı benim yarım kadar ve duvarda, diğerleri alt alta
ya da tek başına yerde. Örümceklere hep hayranlık duymuş LB. Zeki, çalışkan
(annesi gibi), takdiri şayan ama bir yandan da tehlikeli, kötücül, ölümcül.
Neredeyse mekanik kafalarının altında hayvani taraflarına geri dönen gövdeleri,
birer heykeltıraşlık harikası bacaklarıyla. (Siyah kadın görevliye yöneldim.
Rüyanızda diye başlamıştım ki rastalı başını hararetle iki yana salladı, tombul
yüzünde bir gülüşle hayır hayır, dedi, ay herkes aynını soruyor. Rüyamda onları
görmüyorum!”)
Avery’nin sürüyorsa kaçırma dediği fotograf sergisine de
uğradım: Tren. RFK’nin Son Yolculuğu.
Suikasta uğrayan Robert Kennedy’nin cenazesini New York’tan Başkent
Washington’daki Arlington mezarlığına götüren trenin yolculuğu üç açıdan
belgelenmiş. Görevli fotografçı Paul Fusco, yol boyu sıralanarak (ellerinde
afişler, kameralar, kucaklarında çocuklar) Kennedy’yi uğurlayanları trenden çekmiş.
Hollandalı sanatçı Rein Jelle Terpstra (2014-2018 arası) bu fotograflardan yola
çıkıp trenin foto ve filmlerini çekenlere ulaşarak ellerindeki görüntüleri
toplamış. Fransız sanatçı Philippe Parreno da Fusco’nun görüntülerinden
esinlenerek çektiği 70 mm filmde olayı yeniden canlandırmış. İlginç bir fikir,
belgesel ve çeşitlemesi.
Müzenin yedi katındaki sürekli sergiler bir modern sanat
müzesinin olmazsa olmazları. Cy Twombly ile Roy Lichtenstein’da adımlarımı
yavaşlattım. Başka bir sevdiğimin, Alexander Calder’in eserlerine ayrılan
terasta dolandım. Yükümü almış, Union Square’e yöneldim. Kudurgan rüzgarın
yokluğunda tatlı tatlı uzayan gölgeleriyle basamaklarda, masa başlarında
oturmuş dinlenenleri seyrettim. Magritte böyle bir Amerikan meydanının şu
anında neler görür, hangi anlamları nerelere kaydırır, alışılmışın hemen altına
nasıl dinamitler yerleştirirdi?
Akşam, karşıki bakkalın bir köşesindeki Mangal-Akdeniz
mutfağına gittim. Pide arası döner, üstüne iki parça baklava. Türk olduğumu
neden daha önce belirtmediğime hayıflandı sahibi. “Neyse, yarın gelin, bir
şeyler düşünelim size.”
(Arkası yarın)