Yağmur altında çamurlardan seke seke İstanbul Modern’e
vardım. Dört bir yanı inşaat; sel baskınında uçup gidemeyip bulduğu tek bir
taşa tüneyip kalan yaralı bir leyleği andırıyor.
Kaçırmadığıma sevindiğim İyi Bir Komşu başlıklı Bienalin ilk durağı oldu.
Vaktine göre bienalleri bıyık altından güle, standart
sanatseverin diz altı tepkisiyle aldatıldığım vehmine kapıla, karnımı doymamış,
elimi böğrümde hissede ya da müthiş bir şekilde vitesim yükseltilip esinlenmiş,
keyifle, iştahla ama her daim eğlenerek gezdim.
John Cage’in Seçme Yazılar’ını yeni bitirdim.
Parmaklarımı sanat ve nesnesi ne olabilir (nedir’den ziyade), üreteni ve
tüketeni bununla nasıl ilişkilenebilir sorularına daldırmamla kafam, algılarım hayli bilenmişti.
Duvarlarda, inşaat perdelerinde vs kat kat afişin
soyulmuş katmanlarından kalanlarla kaplı yüzeyler bana Felemenk ressamların
anlı şanlı eserleri kadar ilginç gelir. Gözümle yalamaktan hiç bıkmadığım böyle
yüzeylerle sergide karşılaştığımda Marcel Duchamp’nın sözü gelip gediğine
oturdu: “Dikkatinizi verdiğiniz her şey sanattır.”
İşte bu kadar!
Klasik büyük ustalar dikkati kalabalıklar yerine de
işleyip sıradan ölümlüler için görkemi ezici ürünlere ulaşmışlar. Dikkatin
böylesi artık onların tekelinde değil. Hayatta kalmak daha az odaklanma
istedikçe dikkatin artanıyla ve bolca da örneğin yardımıyla kendi sanatımızı (bazen sadece algılayarak) kendimiz
eyleyebilir olduk. Bienallerin bana vaaz ettiği bu.
Duchamp’nın pisuvarının afallatıcı olmaktan çoktan çıktığı,
irkiltmenin, bağırmanın, zırvalamanın kanıksandığı bir zamanın sonunda Dikkat
yeniden uyuklamaya başlıyor.
Bienalin bu ilk ayağını “Anladık, geçiniz” diyen uyuşukça
bir ilgiyle gezmeye başlamıştım –her an herhangi bir şeyle tutuşabilir parlayıcı
Dikkati hemen oracıkta, yüzeyin altında hissediyordum ama.
Bir iş kepçesinin (azılı metal, sarı) köşeye kıstırdığı
hakiki dal-yaprak öbeği, acı acı kokusuyla yapım için yıkımın çığlık çığlığa
haykırışıydı.
Dar uzun bir odanın karşılıklı iki duvarı boyunca
diplerine dökülmüş sıvalardan kalan üzerinde kesik kesik devam eden protestocu
kalabalıkların freskleri (güçlü Gezi çağrışımları) başkaldırının yükselip
sönüşlerine bir manzume. (Bangır bangır bir kreşendodan sessizliğe, unutuluşa).
Daha videolar, yerleştirmeler. Bir kez havaya giren
göz-kulağın sergi dışını da sergi-sanat konusu haline getirmesi.
Eskinin ustalarıyla aramızda dolanan yenileri Bak, dur,
bir daha bak, gör demede birleşiyor. İlki bu işi ulaşılmaz gösterirken
ikincisi “Uyuklayan dikkatin ötesine sen de geçebilirsin, neden olmasın?” diyor.
Sıradanın bu şekilde sıra dışı bir hal alması hoş. Ama ne
oluyorsa dikkate ve dikkatle oluyor. Kerata, bir kez silkelenip uyandı mı
hayatla gelen düğün bayram.
*
Rum Okulunda artık iyiden iyiye uyanmıştım. Yapıtların
(bunlara “iş” denmesi benim hoşuma gidiyor) göbeğinde.
Kırık Cola şişeleriyle yerleştirilmiş Çimen, nadiren
okuduklarımdan biri olan açıklamasıyla kesici bir derinlik kazandı. Güney
Afrikalı sanatçısı çocukluğunun duvar üzerine döşenen cam kırıklarının
anısından yola çıkmış….
(Açıklamaları okumaya üşenirim. Olası katkılarına eskisi
gibi burun kıvırmasam, giderek daha fazla takdir etsem de sanatçıyla onun
yolunda iletişim kurmak, labirente kendi başıma dalmak ya da dalmamak kadar
ilgimi çekmiyor. Doğrudan deneyim ya da temassızlık. Nesnesi değil de kişi
olarak sanatçıyla iletişim konusunda tembel bir tüketiciyim.)
Terastaki “şey,” dün iki yerde gördüklerimin tepe noktası
oldu:
İç içe geçerek labirentsi bir şekilde yayılan odalar.
Çırılçıplak, bembeyaz. Öngörülmez bir biçimde yükselip (2 m kadar) alçalan
(ancak bir kedinin geçeceği kadar) geçitler, bağlantı açıklıklarıyla.
(Rum Okulu, çatıdan görünüş. Bunun adını Yeşil koydum.)
(İki hafta kadar sonra konuya devam etmek üzere.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder