Sakıp Sabancı Müzesinde tadı damakta kalacak bir sergi
daha. Çinli muhalif sanatçı Ai Wei Wei, emek yoğun, gür sesli eserleriyle İstanbul’daki
son günlerime gülümseten, gösteren, sorduran geniş açısını kattı.
Porselene
Dair,
porseleni alıyor, “Gelenek hazır bir nesneden ibarettir. Yeni bir jestte
bulunmak, onu bir referans olarak, sonuçtan çok başlangıç noktası olarak
kullanmak bize düşer” yaklaşımını hayata geçiriyor.
Ai Wei Wei’ın dünyasında gelenek folklorik bir renk veya şimdiyle
arasına derin bir siper kazılmış eskinin yüksek sanatı değil, bugün, burada
yaşamaya devam eden bir sürekliliğin al takke ver külah olunmasında beis
bulunmayan eşit bir oyun arkadaşı.
Geçmiş ile şimdi böylece nasıl bir ve iç içe ise yaşam ve
sanat da öyle. Ai, benim en iyi sanatım, duruşum, tavrımdır diyor, sanatı
hayattan, sorgulama, direnme ve başkaldırıdan ayrı bir yere kaldırmıyor.
(“Sanatçı Neolitik Çağdan ve Han Hanedanı –MÖ 206-MS 220- döneminden kalma vazoları endüstriyel boyaya batırarak değerlerinin nereden kaynaklandıklarını sorgulamaktadır.”)
Sergiyi gezerken zaman, sanat ve yaşamak arasındaki
eşmerkezliliğin bölümden bölüme pekiştiğini, kalbimi kazanarak beni ikna
ettiğini hissettim. Hayat, sanat, politik duruş ile arasındaki yakınlığı, içli
dışlılığı izleyicisiyle de kuruyor. Müzenin alt katındaki, genelde sergilerin
en can alıcı bölümlerine yer verilen yüksek tavanlı orta bölüme geldiğimizde Ai
Wei Wei ile tempomun bir süredir aynı olduğunu, sanki ben düşünüyormuşum, o da
uyguluyormuş (ya da belli belirsiz sezdiklerimi somutlaştırırmış) gibi bir
algı, hissediş yakınlığı duyduğumu fark ettim.
(Çok takdir ettiği Marcel Duchamp’nın altın yaldızlı askı biçimli seramik eskizi)
Odysseia adlı bu bölümde, Odysseus’un yolculuğunu
günümüzün göç dalgalarına, sığınmacı krizine ve olanca yersizleşme trajedisine
bağlamış. Antik Yunan, Mısır ve Çin sanat diliyle anlatıyor. Bu öyle bir
yedirme, iç içe geçirip eritme ki bir daha dönüp dikkatle bakmasanız (benim
yukarıdan mavi porselen tabaklara bakarken “Topkapı müzesi!” dediğim gibi)
herhangi bir müzenin yüzlerce yıllık koleksiyonu olarak algılanabilir.
Oysa geçerken orijinal, taklit, esinlenme ve eserin
değerinin kaynağı gibi konuları burada da mesele ederek (bir taşla vurulan kaç
kuş) geçmişi/mitolojiyi güncele hiç sektirmeden bağlayıveriyor. Büyüleyici!
Hasılı eğleniyor, çeşitliyor, çoğaltıyor, içi dışa
çevirip altını üstüne getiriyor, dokunulmaza dokunuyor, üstü kapatılmak isteneni
deşiyor (baskı ve karşı duruş da ne yer tanıyor ne zaman), ölçeklerle oynuyor,
soruyor, deniyor ve bütün bunları hanım hanımcık köşesinde oturan seramiği alıp
yaman bir araca -kırbaca, bisturiye, tokada- dönüştürerek yapıyor.
Ama işte dediğim gibi,
bunu kendi alemine çekilen sanatçı tek başınalığından değil, izleyicisini
yanına katarak yapıyor.
Yüzüm gülerek çıkarken, zaten kısık olan gözleri,
katıldığı gülümsememle daha da kısılarak kolunu omzuma atmış, “Her zaman
beklerim, yine gel, biz arkadaşız” diyerek uğurlar gibiydi.
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder