MİDYAT
Midyat’a köyüyken şimdi onunla birleşen ve her yerdeki
gibi yayılarak yükselen bloklarla tepeden bakan Estel’den girmek sevimsiz.
Kazılan ana cadde (iş makinelerinin gıcır gıcırlığı küçük grubumuzdaki
belediyeci dostlarımızın dikkatini çekti. Aldıkları ödenekler, saçılan paralar,
yolsuzluklar), PKK saldırılarına karşı yüksek beton bloklarla çevrili
karakollar, betonun toz toprak içinde yeşilliksiz ve kesintisiz devam eden
sivil egemenliği.. Bir kenara itilmiş eski Midyat da ayrı. El konulmuş Süryani evleri,
konaklar, yeni (neyse ki Müslüman!) sahiplerinin aymaz hoyratlığıyla yüzüne
kezzap atılan eski yıldızlar gibi (hepsi öyle değil). Çıkmaz mı, çıkar mı,
çıkarsa nereye, buralarda hayli zaman geçirmedikçe anlaşılmayacak, yumuşak ya
da sert dönüşlerle gözden yiten daracık sokaklar, geçitler, aralarına dalarak
bedeninle de hissedilecek ayrı bir keşif konusu (iki yanı taş; güneş tepede
olmadıkça gölgelik, en sıcakta bile serin bir avuntu sunduklarını hayal ettim).
Yöre zanaatları yerini basmakalıp hediyeliklere bırakmış.
Telkari niyetine satılanlar (gümüş olanları, altın işleri daha incelikli)
yığınla ıvır zıvıra karışmış.
(Midyat'ta hoş bir meydan)
(Savur yolundan gelirken. Taş ocağı olarak kırılan tescilli sit alanı. Yasanın yerine geçen gözü dönmüşlüğün bir kurbanı daha.)
YAŞAM MANASTIRI –DEYRULUMUR, NAMI DİĞER MOR
GABRIEL
Midyat’tan çıktık. İdil yönünde yola koyulduk. Bir yanda
tarlalar, derken sarı-boz tepeler arasında ilerlerken Eşref bey, “Eskiden
buraların meşe ormanları karşıdan karşıya geçilemeyecek kadar gürdü” dedi. Tek
tük meşe arasında bir kamyonu yükleyen kesiciler gördük. Yasal mı, düz kaçak
mı, kılıfına uydurulmuş (“Adına ıslah derler”) kaçak mı? Bugün onun arabasıyla
gezdiğimiz Şehmuz, kesimin güvenlik nedeniyle de olabileceğini söyledi. Pusu
kurulmasına karşı.
PKK Mardin ve Savur’a hiç saldırmamış. Midyat’ta olay
olmuş. (Karşısındaki lokantada oturduğumuz karakol yüksek beton bloklarla çevrelenmişti.)
Civar yollardaysa yol kesme, adam kaçırıp öldürme defalarca yaşanmış.
Olanca sükunetiyle her an parlayabilecek bir çatışma
potansiyelinin mekanında olmak. Yanardağın eteğinde uyumaya benziyor, çay
içmeye, gülüp sohbet etmeye, manastır gezmeye.
*
Mor Gabriel girişinde bir grubun geleceğini, acele
edersem onlara katılarak gezebileceğimi söylediler. Sol yanı zeytinlik ve meyve
bahçesi olan ağaçlı uzun yoldan seğirttim. İşlemeli yüksek duvarlardan içeri,
geniş bir alana yayılmış olan ana yapıya girdim. Tekirdağ’dan gelen iki
otobüslük kafileyi (şen bir orta yaş grubuydu) beklerken yöreye özgü çan
kulelerini, taş tırabzanı işlemeli merdivenlerle birbirine bağlanan kemerli
cepheli mekanları, aralarındaki iç avluları seyrettim.
Taş ve işçiliği bu bölgede dantelin latifliğiyle taşın
oturaklılığını birleştiriyor. Uyandırdığı duygu sağlam bir uçuculuk.
Rehberimiz yağmur sularının toplandığı yarım kubbe
biçimli sarnıca oturmuş, bekliyordu. Cemaatten (ama manastırdan olmayan) bir
Süryani. Modern dansçı ile bir pars vb karışımı hareket ettiğini göreceğim
uzun, ince bir genç adam. (İsmini Yakuz olarak anladım, bilmiyorum öyle miydi
ama kafamda ona uydu.)
Neşeli kalabalığın gelişi ve ilk sorularıyla (buranın
yurtdışındaki Süryanilerin desteğiyle ayağa kaldırılıp yaşatıldığı bilgisi
üzerine sorulan bir “Diyanet de yardım ediyor mu?” ile izleyen gülüşmeler) tur
başladı.
Yakuz’un anlattıkları kadar anlatımına da çekildim. Akıcı
bir Türkçeyi hafif bir şive ve alışılmadık iniş çıkışlarıyla şarkı söyler gibi
konuşuyordu.
“Kendi aramızda? Süryanice konuşuruz. Sami dillerden ve
Arapça ile İbranice’ye yakındır. İsa’nın dili Aramice’ye. Onun dinini ilk kabul
edenler de Süryaniler olmuş.”
Süryaniler. Bir vakitler Turabdin olarak anılan bölgede
çoğunluğu oluştururken azala azala bugün sayıları iki bin kalan kalmayan halk.
(70’lerde gidenlerin kalanları da yanlarına çağırdığı büyük bir göç dalgasıyla
Avrupa ve Amerika’ya dağılmışlar –ilginç, bir grup da çok daha önce, yüzyıllar
evvel ticaret yapmak üzere Hindistan’a yerleşmiş.)
Üçte biri kalmış bir harabeyken yeniden ayağa kaldırılan
büyük manastırın vaktiyle bin kişiye hizmet verirken bugün rahip, rahibe ve
civar köylerden burada kalıp okullarına giden öğrenciler olmak üzere 60 sakini
varmış. Çoğunlukken eriyip gitmenin, “başka” inancını, kültürünü, kimliğini
sürdürmenin duygusunu bir kez daha hayal etmeye çalıştım. Yolda girişin nereden
olduğunu sorduğum, Türkçe bilmeyen çok yaşlı rahibe gözümde canlandı –yürüteci
ve bin bir zahmetle ilerlemeye çalışıyordu. Benden kat kat güçlü oldukları
ortada, yüreğim yine de kanadı örselenmiş bir kuş karşısında duyacağı esirgeme
hissiyle açıldı.
“Yüzde 70’imiz Ortodoks olsa da Katolik, Protestan,
Nasturi, Keldani, başka mezheplerden Süryani de vardır.”
Başka zamanlar üzüm ezmede kullanılan büyük, taş vaftiz
havuzu. (Evet, bütün bedeni içine alan tam vaftiz yapılırmış. Başlangıçta
İsa’nın vaftiz edildiği 30. yaşta, bakmışlar insanlar pek o vakti aşamıyor,
Adem ile Havva’nın İlk Günahından arındırılmadan ölmemeleri için doğumdan
sonraya alınmış. Bu sırada kirveleri, babaları, soy soplarıyla geçtikleri
kilise kayıtları güvenilir ve çok uzak geçmişe dayanan şecerelerin kaynağı
olmuş.) Havuzun üzerindeki kubbe, revaklı geçitler, iç avlular, Meryemana
Kilisesi. “Süryani/Doğu kiliseleri batıdakilere göre çok sadedir. Nedeni okuma
yazma. Batıda olmadığı için İncil insanlara resimlerle, ikonalarla anlatılmış.
Doğuda okur yazar çok olduğundan buna gerek duyulmamış. Bizim tek kilise
süslememiz böyle perdelerdir” diyerek kutsal eşyanın durduğu nişin önündeki
perdeyi çekti. Lacivert zeminde doğrulmuş İsa göründü. Üzerindeki Süryanice
kitabede bunun bir diriliş sahnesi olduğu okunuyormuş. (Aslını söyledi, kısacık
bir cümle. Nasıl derim bilebilsem bir kulak dolusu Süryanice konuşmasını, mesela
bir fıkra anlatmasını isterdim.) “Ne yazık ki perde işleme sanatını bilen son
kişi olan teyzemiz yakınlarda öldü. Doksanlarındaydı. Bu gördüğünüz onun bir
eserinin bilgisayar baskısı.” [1]
Tur, manastırın iki kurucusundan Mor (Aziz) Gabriel’in
mezarının bulunduğu yerde sona erdi.
Mor Gabriel ya da Deyrul Umur, yani Yaşam Manastırı.
Çoğunluktan bir avuçluğa, güvenilir şecerelerden
köksüzleşmeye, yürüteciyle ağır, çok ağır hareket eden yaşlı rahibeden devamı
gelmeyecek sanatlara ve hafızaları yüklenen bilgisayarın nimetlerine, yollar ve
kesilişleri ve uzayıp gitmelerine; doğuş, değişim, yıkım ve yine doğuş
döngüsünden (alın size Hıristiyanlıktaki bağ, üzüm, ezilmesi, şarap simgeleri) geçip duran yaşam ile manastırı.
DEREİÇİ – KELLITH (GİLİG)
Savur-Midyat arası, taş evlerden oluşma, çoğu uzun zaman
önce terk edilip yağmalanmış, birkaç Müslüman ailenin sonradan yerleştiği bir
Süryani köyü. Midyat dönüşü Süleyman bey ile karısı Hisne hanımı ziyaret ettik.
Kırk yıl önce Almanya’ya göçmüş (“Ama vatandaşı olmadık!”) Süryani ailelerden.
Çoluk çocukları orada yetişmiş, evlenmiş. (“Bizim düğünlerde dört türlü müzik
çalar: Arap, Kürt, Süryani, Türk.”) Hisne hanımın onca zamandır ilk gelişiymiş
(“Burada ailem kalmadı ki, içim çekmedi”). Işıl ışıl Bavyera’dan karanlığa
gömülmüş ıssız bir taş köye. Güvenlik hissinden camları kırılıp eşyası talan
edilen harap bir evin ürküntüsüne. Ya yalnızlık? Tatlı (kanıksanmış) kırık
dökük bir hüzün yayılmıyor muydu onlardan?
Dolunay tepenin yanından doğar, toz toprağı ayağa kaldıran
bir keçi sürüsü köye girerken merdiven
üstüne kurulan sofraya bir tabak daha meyve geldi. Eşref beyi nasıl
ağırlayacağını bilemeyen bir aile daha.
Köye bir kez daha, bu sefer gün ışığında görmek,
kiliselerinden birini ziyaret etmek üzere ertesi öğleden sonra da gittik.
Katolik, Protestan, Ortodoks, üç mezhebin birer kilisesi var. Ortodoks bir
ailenin kendisi için yaptırdığı yapının anahtarını kıpır kıpır genç bir Süryani
kadın olan Sabiha buldu. Hep birlikte giderken oradan buradan bir çırpıda hayat
hikayesi ortaya çıktı. İsveç’e göçenlerdenmiş. Anayı babayı, kardeşlerini
burada, köyde bırakmış. İşi (uçaklara yiyecek hazırlayan bir şirkette), rahatı
iyiymiş de anasını babasını koyup gitmek.. Türkçesi şiveli, kopuk kopuktu ama
yüreğinin yükü dilini de yokuş aşağı yuvarlıyor, ruhunu bazen sözcükleri
bulamayışı da olduğu gibi yansıtıyordu. Ah o iki başlılık, Sabiha’nın da içini sıkıyor,
bölüyordu, belli.
Sonra, Süleyman beyin de gelişiyle yol kenarındaki koca dutun
altına bırakılmış plastik sandalyeleri çektik, hep birlikte oturup Arapçalı, Türkçeli
sohbet ettik. (Süryaniceyi Midyatlı Süryaniler bilir, diğerleri Arapça konuşurmuş.)
Dutun karşısında rengarenk plastikten oyuncaklardan bir oyun
parkı vardı. Görünmeyen çocuklara. Taş köyün plastik eğlenceliği.
(Arkası yarın)
[1] Daha
sonra Mardin’de gezdiğim Keldani Kilisesinin görevlisi adı Nasra olan bu
teyzenin sadece amatör olduğunu, sanatın başkalarınca sürdürüldüğünü söyledi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder